top of page

Beden Kayıt Tutar: Travmanın iyileşmesinde zihin ve beden etkileşimi


Travmanın iyileşmesinde beyin, zihin ve beden

"İçsel duygularını göz ardı etme ve içerde olan bitene karşı hissizleşme konusunda uzmanlaşan insanlar, bir anlamda kendilerinden saklanmayı öğrenirler...

Kendimizle ilgili algılarımızın bedenlerimizle hayati bir bağı vardır...

Derin duyguları yaşamayı ve bunlara tahammül edebilmeyi öğrendikçe "kendimiz gibi" hissedebilir ve hayatı dolu dolu yaşayabiliriz..."

 

Travma denildiği zaman çoğumuzun aklına gelen aşırı uçtaki dehşete düşmüşlüktür ve gerçekte olduğundan çok daha nadir bir vaka olarak algılanır. Kimse ailesinden birinin, yakın bir arkadaşının ya da sürekli vakit geçirdiği herhangi birinin bu sevimsiz sorundan muzdarip olabileceğini aklına getirmez ya da toplumsal kültürün de baskısıyla getirmek istemez. Ancak her yaşam kendi koşulları içerisinde zordur ve bir şekilde ideal koşullardan sapma göstermektedir. Hepimiz kendi mücadelemiz içinde bir şekilde travma ile baş etmek zorunda kalıyoruz: kimimiz iş ya da özel hayatımızda bazı problemler yaşarken, kimimiz de aile ile ya da çevresel koşullar nedeniyle sıkıntı yaşıyor. Bazı durumlarda sözüm ona ideal koşullar altında yaşayan bir kimse dahi uzak bir geçmişten kalan ve farkına bile varmadığı bir travma kalıntısı altında ezilebiliyor. Sadece İstanbul’un trafiğinde bir yere ulaşma çabası bile başlı başlına bir travma sebebi. Herkesin kendine özgü iblisleri var ve hepimizin bu mücadele içinde temel seviyede dahi olsa bilinçlenmesi gerekiyor. En azından travmayı gerçekleşmeden önlemek için. En azından insan olma deneyimini ziyadesiyle yaşayabilmek ve var olma potansiyeline olabildiğince ulaşabilmek için. Yoga’da derinleşmenin koşullarından biri de ruhsal ve bedensel esenlik olduğundan kendi yoga yolculuğumda bu konu ile çokça ilgilenebilme fırsatı buldum. Hocalarımın ve arkadaşlarımın da bu konu hakkındaki çabaları ve yönlendirmeleri doğru kaynak bulmamda bana yardımcı oluyor. David’in (Cornwell) mindfulness meditasyonu eğitiminde söz ettiği “Beden Kayıt Tutar” ile de bu şekilde tanıştım (kendisine konu hakkında bir anlamda uzmanlaşmama vesile olan eğitiminden dolayı da ayrıca teşekkür ederim). Teknik ve birazcık da ağır bir kitap olmasına rağmen müthiş bir zevkle okuduğumu söyleyebilirim. Modern psikiyatrinin bir klasiği olacağı öngörülen bu kitap, işi insan ile çalışmak olan herkes için temel bir eser. Kitaptaki temel fikirlerin bir kısmını çok teknik detaylara girmeden kısaca aktarma girişiminde bulunacağım bu yazıda.

Kitabın yazarı Bessel Van Der Kolk, geçtiğimiz on yıllar içinde travma alanında öne çıkan birçok farklı metodu en ön cepheden takip etme, uygulama ve birleştirme yeteneğiyle hayranlık uyandırıyor. Savaş gazileri ve her yaştan istismara uğramış çocuklar gibi çok çeşitli gruplar ile birçok farklı metot üzerinde çalışma fırsatı bularak travma üzerinde sağlam bir uzmanlık edinmiş. İlaç tedavisi ve konuşma terapisi gibi geleneksel psikiyatri anlayışının noksan kalan kısımlarından bahsediyor ve en verimli olarak sunduğu yöntemlerin ortak noktası beyin, zihin ve beden etkileşimi üzerine kurulu. Kitabın en temel argümanı da bu zaten: beynin, zihnin ve bedenin karşılıklı etkileşimler üzerinden şekillenmesi ve birinin diğerlerinden ayrı olarak değerlendirilememesi. Travma sonrası stres bozukluğu genel olarak algılandığı gibi kişinin yalnızca düşünceleri içinde olan soyut bir kavram değildir ve fizyolojik bir temeli vardır. Beynin zihinsel süreçleri nasıl etkilediğini inceleyen nörobilim ve davranışlarımızın duygularımızı, biyolojimizi ve etrafımızdakileri nasıl etkilediğini inceleyen kişiler arası nörobiyoloji gibi nispeten yeni sayılan disiplinler sayesinde bu bağlantıyı artık oldukça net bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. Kitapta beynin birçok sisteminden, bu sistemlerin birbirleriyle çalışma mekanizmalarından ve zihinsel süreçleri nasıl yönettiğinden detaylı teknik açıklamalarla ve oldukça anlaşılır bir şekilde bahsediliyor. Benim için insan olma deneyiminin altında yatan mekanizmaların bilimsel bir temele oturtularak açıklanabilmesi oldukça tatmin edici ve dolayısıyla özel bir merakımın olduğu nörobilim gibi bu alanlardaki böylesine açıklamaları çok büyük bir keyifle okudum.

“Beyin kültürel bir organdır ve deneyim beyni şekillendirir.”

Çözüm yollarına girmeden önce sorunu doğru ve net bir şekilde açıklamak gerekir. Kitabın ilk bölümlerinde travmatik stres yaşayan hastaların beyinlerinde, beynin en ilkel kısımlarından sürekli komutlar alan bedenlerinde, zihinlerinde ve dolayısıyla kişiliklerinde ve hayatlarında ne tür değişiklikler meydana geldiğinden bahsediliyor. Beyin, her biri kendi alanında özelleşmiş çeşitli sistemler bulundurmaktadır. Her bir sistemin kendine ait bir görevi vardır ve sağlıklı bir bireyde bu sistemler arasında sağlıklı bir iletişim ve etkileşim bulunur. Sistemler arasında kimi durumlarda aynı uyarana karşı çelişkili tepkiler doğsa dahi, sağlıklı bir bireyde sistem kendini dengeler. Her çekici bulduğunuz kişiyi gidip öpmediğiniz gibi sizi azarlayan patronunuza yumruk atma isteğinizi de bastırabilirsiniz. Rasyonel beyin (neokorteks) ile duygusal beyin (limbik sistem) bir dengede olduğunda “kendimiz gibi” hissederiz. Ancak yaşamımız tehlikeye girdiğinde, bu sistemler göreceli bir şekilde birbirinden bağımsız olarak işlev gösterebilir ve ayrışabilirler. Kitapta özellikle çok küçük yaştan itibaren istismara uğrayan çocukların beyinlerinin daha en baştan arızalı bir yapılanma içerisine girdiğinden ve bu çocukların tedavi görmedikçe tüm hayatları boyunca sağlıklı bir bireyden çok daha farklı bir hayat deneyimi yaşadığından bahsediliyor. “Beyin kültürel bir organdır ve deneyim beyni şekillendirir” diyor yazar. Erken yaşlarda bakımına ve sevgisine muhtaç olduğumuz ebeveynimizden fiziksel ve duygusal istismara uğramak beyin devrelerini daha en baştan arızalı şekillendirir. Burada bahsedilen istismarın kapsamı sandığımızdan çok daha fazla. Her 4 Amerikalı’dan birinin bu tür bir istismara uğradığından bahsediliyor. Durum Türkiye’de nasıldır bilemiyorum ama en iyi ihtimalle benzerdir diye tahmin ediyorum. Beynin güvenlik ile ilgili algısının oluştuğu bölgelerdeki arızalanma, sisteme sürekli olarak savaş ya da kaç sinyalleri göndermeye devam ediyor. En basit bir uyarana karşı aşırı tepki vermeye şartlanmış beyin yapısı, bazı durumlarda da nasıl tepki vereceğini bilemeyip donma tepkisi içerisinde sıkışıp kalabiliyor. Duygusal beyin alarm durumundayken ya da kendini kapatmışken, rasyonel beyne hitap eden akılcı bir yaklaşım yeterli olmayacaktır. Kitapta yedi kez hüküm giymiş bir mahkûmun öfke yönetimi programında öğrendiği tekniklerin yetersizliğini anlattığı bir komediden alıntı yapılıyor: “Harika ve çok iyi işe yarıyorlar, gerçekten öfkeli olmadığınız sürece”. Maalesef benzer bir anlayışla geleneksel psikolojide psikologların danışanlarına ya da okullarda öğretmenlerin sorunlu öğrencilere çoğunlukla yaklaşımı, davranışlarının ne kadar mantıksız olduğuna dair bir izah sunmak üzerine kurulu. Ben üniversiteye kadar devlet okulunda okudum ve sınıfımda ya da çevremde artık şimdi biraz olsun tanımlayabildiğim bu tarz sorunlar yaşayan çokça arkadaşım oldu. Çok küçük bir azınlık dışında öğretmenlerin çoğu bu tarz vakalara umutsuz gözüyle bakarlardı ve uygunsuz davranışları ya cezalandırır ya da tamamen göz ardı ederlerdi. Kötü niyetli olduklarından dolayı değil, bu kitapta bahsi geçtiği gibi başka seçeneklerin varlığından haberdar olmadıklarından dolayı.

Artık nörobilim sayesinde biliyoruz ki travma ile mücadele eden hastalar, başa çıkmakta zorlandıkları duyguları ve buna eşlik eden bedensel duyumları ileten beyin alanlarını kapatmayı öğreniyorlar. İçsel duygularını göz ardı etme ve içerde olan bitene karşı hissizleşme konusunda uzmanlaşan hastalar bir anlamda kendilerinden saklanmayı öğrenirler. Daha acıklı olansa birçok tedavi yönteminin bilinçli olarak hastaları bu duygulara karşı hissizleştirme stratejisine başvurması. Artık bildiğimiz bir başka bilgi de şu: aynı beyin alanları, kendi öz farkındalığımızın, kim olduğumuzun temelini oluşturan farklı duyuları ve duyguları kaydetmekten sorumludur. Kişiler trajik bir şekilde ürkütücü duyuları kapatma çabasıyla, dolu dolu yaşama kapasitelerini de öldürüyorlar. Duyarsızlaştırma sizi daha az tepkili yapabilir ancak yürüyüş yapmak, yemek pişirmek ya da sevdiklerinizle vakit geçirmek gibi gibi günlük zevklerden doyum sağlayamazsınız ve yaşam yanınızdan akıp gider. Travma mağdurlarının beyinlerinde gördüğümüz önemli arızalardan bir tanesi de, travmaya dair anıların tekrar canlanması durumunda beynin zamanı algılayan kısımlarının kapanması yani yaşanılanları geçmişe ait bir anı olarak görmek yerine, bünyenin şimdilik algısını tamamen kaybederek olay o anda gerçekleşiyormuş gibi tepki vermesi. "Travmatik stres, şimdiki anda tam olarak yaşayamama hastalığıdır." Beynin konuşma ve iletişim alanlarının da kapandığı gözlemleniyor ve kendini kaybetmişlik içerisinde savaş, kaç ya da donma tepkileri açığa çıkıyor. Bahsettiğimiz gibi böyle bir durumda rasyonel beyne yönelik bir konuşma yapmak fayda göstermeyecektir. Dolayısıyla terapi sırasında geçmişi ziyaret etme ancak bireyler şimdiki zamana demir atmış bir durumdalarsa yapılmalıdır. Ancak altında ezilmedikleri sürece travmayı tekrar yaşamak fayda gösterebilir. Özellikle ilginç bulduğum bir diğer bulgu da travmanın genetik olarak sonraki nesile aktarılabildiği oldu. Çevresel faktörler genin temel yapısını değiştirmese dahi metilasyon denilen bir süreç ile genin davranışını değiştirebilir ve bu değişiklik epigenetik denilen bir olgu ile çocuklara geçebilir. Beden en temel yapı taşında dahi kayıt tutmaya devam etmektedir.

"Ne hissettiğimizi bilmek neden öyle hissettiğimizi anlamanın ilk adımıdır."

İç ve dış dünyamızdaki değişimlerin sürekli farkında olursak bunları yönetmek için harekete geçebiliriz. Bu yüzden iç gözetleme kapasitemizi güçlendiren farkındalık uygulamaları, travmanın iyileşmesinde mihenk taşıdır diyor yazar. Organizmanın bedenin o anki durumu hakkında bilgi sahibi olmadan yaşamı sürdürmesi ve bir denge içerisine girmesi mümkün değildir. “İçsel olarak olanları algılama, isimlendirme, tanımlama, iyileşmenin ilk adımıdır.” Peki içsel gözetleme kapasitemizi, yoğun duygulara karşı toleransımızı ve şimdilik algımızı arttıran yöntemler nelerdir? Artık çözüm önerilerine geçebiliriz.

Beyin, zihin ve beden sürekli olarak bir etkileşim halindedir ve kitabın isminden de anlaşılacağı gibi zihinsel süreçler sadece “kafa içerisinde” gerçekleşmez ve beden sürekli kayıt tutmaya devam eder. Dolayısıyla kalıcı çözümlere bu etkileşimi temel alan yaklaşımlar sayesinde ulaşılır. Travmatik stresin çözümlenmesinde temel strateji, rasyonel ve duygusal beyin arasındaki uygun dengeyi sağlamaktır, böylece nasıl tepki verdiğinizi ve yaşamınızı nasıl sürdürdüğünüzü hissedebilirsiniz. Nörobilimci Joseph LeDoux ve arkadaşları, bilinçli bir şekilde duygusal beyne ulaşmanın tek yolunun öz farkındalık olduğunu göstermiştir, örneğin; içimizde neler olup bittiğine dikkat eden ve hissetmemizi sağlayan mediyal prefrontal korteksi harekete geçirerek. (Bunun teknik terimi; introception, yani iç gözlemdir. Latincede içe bakmak anlamında gelir.) Nörobilim araştırmaları, hissettiklerimizi değiştirebilmemizin tek yolunun içsel deneyimlerin farkında olmak ve iç dünyamızda olan bitenle dost olmayı öğrenmek olduğunu göstermektedir. Beyni pek çok iç organla bağlayan temel sinirlerden biri olan Vagus sinirinin liflerinin yüzde 80’i bedenden beyne gitmektedir. Bu da nefes alma, şarkı söyleme ve hareket etme biçimimizle uyarılma sistemimizi değiştirebileceğimiz anlamına gelir. Bu Çin, Hindistan gibi ülkelerde, uzun zamandır birçok uygulamada dikkate alınan temel bir ilkedir ve Batı kültürü tarafından “alternatif” olarak görülen bir yöntemdir. Batının ilaç ve sözlü terapilere dayanmasının aksine dünyanın diğer bölgelerinde gelenekler, farkındalık, hareket, ritim ve eyleme dayanmaktadır. Hindistan’da Yoga, Çin’de tai chi ve qigong, Afrika’da ritmik davul çalma, Japonya ve Kore’de uzak doğu sporları, Brezilya’da yapılan capoeira gibi. Bu tekniklerin hepsi fiziksel hareket, nefes alma ve ve meditasyon gerektirmektedir.

"Farkındalık olmadan zihin olmaz. İyileşmenin temelinde farkındalık yatar. Bedeninizdeki duyuları hissetmemeye çalışmak, bu duyguların baskısı altında ezilmenize neden olur. Bedensel farkındalık, içsel dünyamıza, organizmamızın doğasına dokunmamızı sağlar. Öfkemizin, gerginliğimizin ya da kaygılarımızın farkına varmak, bakış açımızın başka yöne kaymasını sağlar ve otomatik davranışsal tepkiler yerine yeni seçenekler sunar. Farkındalık, duygularımızın ve algılarımızın geçici doğasına bizi yönlendirmektedir. Bedensel algılara dikkat ettiğimizde bunların gelip gittiğini fark ederek, bunlar üzerindeki kontrolümüzü arttırabiliriz."

Beden-zihin tıbbı konusunda önde gelen isimlerden biri olan Jon Kabat-Zinn tarafından kurulan Farkındalık Temelli çalışmalar bu mekanizmaları temel alarak işlemektedir. Burada şunu belirmek gerekir ki bu yazıda geçen tüm farkındalık kelimelerinin İngilizce karşılığı “Mindfulness”tır. Popülerliği sebebiyle bazılarımız için daha tanıdık bir kelime olduğundan vurgulamak gerek. Benim de sunmuş olduğum farkındalık (mindfulness) meditasyonu çalışmaları aynı temele dayanmakta.

Biz insanların sıkıntıyı gidermedeki en doğal yolu, dokunmak, sarılmak ve sallanmaktır. Sakinleşmenin en önemli araçlarından biri olan dokunma üzerine kurulu olan terapötik masaj, Feldenkrais ya da kraniosakral terapi gibi bedensel çalışmalar da yazar tarafından tavsiye edilen çalışmalar arasında. Ayrıca bedenin harekete geçme ihtiyacını karşılamak üzerine kurulu bedensel terapiler de oldukça tavsiye ediliyor. Peter Levine ve Pat Ogden gibi uzmanların geliştirdikleri duyumotor psikoterapisi ve somatik deneyimleme terapileri gibi yöntemler de bu bağlamda ciddi sonuçlar veren çalışmalar. Bu tedavi yaklaşımlarında, yaşanan olayların öyküsü ikinci plandadır. Fiziksel duyuları keşfetmek, bedende geçmişteki travmanın yerini ve izlerinin şeklini keşfetmeye yarar. Peter Levine ile daha öncesinde gene David sayesinde tanışmıştım. Kendisinin “Kaplanı Uyandırmak” kitabı da ayrı bir yazıyı hak eden muhteşem bir kitap.

Kitabın tavsiye ettiği bir diğer çalışma alanı da dil üzerine kurulu yaklaşımlar. Konuşmanın travmayı çözümlemeye dair büyük bir kapasitesi olduğundan bahsediliyor. Duyguları bastırmak yerine dil aracılığıyla içimizi dökmek, sessizliğimizi kırarak sırlarımızı dile getirip bunların ağırlığından kurtulmak bir hafiflik duygusu yaratmaktadır. Tam anlamıyla iletişim kurmak travma yaşamanın zıddıdır. Bu illa ki birisinin karşısına geçip konuşmak değil, aynı zamanda kendine yazmak olarak da uygulanabilir. Travmayla ilgili en derin düşünceleri ve duyguları hakkında yazmak, hastaların ruh hallerini geliştirerek daha iyimser bir tutum geliştirmelerine ve fiziksel sağlıklarının daha iyi olmasına yardımcı olmuştur. Ancak dilin sınırları olduğunu ve bazı noktalarda yetersiz kaldığını da özellikle de vurgulamış yazar. Daha öncesinde travmanın tekrar canlanması durumunda beyinde konuşma alanlarını kapandığından bahsetmiştik. Bu noktada tavsiye edilen çalışmalar da hastaların aşamalı olarak yüzleşme gerçekleştirmesi ve destek olarak gene bedensel duyumlardan yararlanılması. Peter Levine’in dediği gibi bir “sarkaç” gibi, hastaların yavaş yavaş güvenli bir şekilde travmayla yüzleşmeleri ve sürekli olarak bedensel duyumlar aracılığıyla ana çapa atmaları üzerine kurulu bir yaklaşım.

"Çağdaş nörobilimin en açık derslerinden biri, kendimizle ilgili algılarımızın bedenlerimizle hayati bir bağı olduğudur."

Artık yoga kısmına geçebiliriz. Kitapta yoga için ayrılmış koca bir bölüm var. Yazar da zaten yoga ile tanıştıktan ve nimetlerini gördükten sonra hocalık eğitimi alarak hoca olmuş. Aslında bu noktada çok da uzun durmaya gerek yok. Zira yukarıda bahsettiğim çözüm önerilerinin büyük bir çoğunluğunu zaten içinde barındıran bir uygulama yoga. Tüm yoga programları, nefes pratikleri (pranayama), bedensel pozlar (asana) ve meditasyon birleşiminden oluşmaktadır. Asana pratiği ile gelen bedensel farkındalık, meditasyonda ağırlıklı olmak üzere tüm dersi kapsayan dikkati içe yönlendirme tavrı ve gene tüm dersi kapsayan nefes farkındalığı ile kişinin otonom sinir sistemini düzenleyebilme kapasitesini geliştirmesi bir yoga dersinin bize kazandırdıkları. Ayrıca kitapta bahsedilen diğer tüm çalışmalarda olduğu gibi burada da yapılan çalışmalar bilimsel bir temele oturtulmuş. Yapılan araştırmalarda katılımcıların Kalp hızı değişkenliği(KHD) değerlerinde gözle görülür bir ilerleme gözlenmiş. KHD, sempatik ve parasempatik sistemler arasında göreceli dengeyi ölçmektedir ve nefes ile kalp ritmi arasındaki uyumu ifade eder. KHD değerleri yüksek kişilerde kalp hastalığı ve kanserin yanı sıra depresyon, travma sonrası stres bozukluğu gibi ruhsal sorunların da yer aldığı çeşitli hastalıklara yakalanma riski çok daha düşüktür. Ayrıca iyi düzenlemiş bir yoga dersi sırasında dikkati bedensel algılara getirdikçe yoğun pozlara eşlik eden sıkışıklık hissiyatının ve yoğun hislerin geçiciliğini farkedersiniz. Bu sizde rahatsızlığın sonunu sezmenize ve fiziksel, duygusal sıkıntıyla baş etme kapasitenizi güçlendirmeye yardımcı olur. Tüm deneyimlerin geçici olduğunu fark etmek kendinizle ilgili bakış açınızı da değiştirir. Daha öncesinde beyinde travmaya eşlik eden problemlerden birinin zaman algısını yitirmek olduğunu söylemiştik. Yoga dersinde gerçekleşen de işte bunun tam tersidir. Yazarın içinde bulunduğu çalışmalardaki yaklaşımları da not etmekte fayda var. Derslerde öğrencilere vurguladıkları şeyin duruşları “doğru” yapmaları değil, onların farklı duruşlarda hangi kasların çalıştığına ve ne gibi hislerin açığa çıktığına dikkat etmelerini sağlamak olduğunu belirtiyor. Derslerin sıralaması da gerginlik ve rahatlama arasında bir ritim sağlamak üzere tasarlanmış. Bu öğrencilerin günlük hayatlarında da algılamaya başlayacaklarını umduğumuz bir şeydir.

"Derin duyguları yaşamayı ve bunlara tahammül edebilmeyi öğrenmek travmadan iyileşmek için esastır."

Kitapta belirtilen diğer metotlar arasında göz hareketleri ve beyin etkileşimi üzerine kurulu EMDR ve beyin sinyallerini kontrol etme üzerine kurulu neurofeedback gibi uygulamalardan söz ediliyor. Bu tarz uygulamaların garip görünse de oldukça faydalı olduklarını görmüşler. Şahsen benim bu uygulamalar ile ilgili çok bir fikrim yok ama anlatılanlardan sonra merakımın uyandığını söyleyebilirim. Türkiye’de bu alanlarda kimler neler yapar, bilgisi olan varsa benimle paylaşabilir. Diğer bir ana madde olarak da toplu ritimlerden ve tiyatrodan uzun uzun bahsediliyor. Bir terapi süreci ile tiyatrodaki bir sahnelemenin birbirine ne kadar benzediğini görebiliyoruz. Bir oyuncu olarak hasta, deneyimlerini yeterince iyi somutlaştırırsa diğer insanların kendilerini dinleyeceğini öğrenir. Güvenli bir ortamda hayal gücünün desteklenmesi ile de herhangi bir durumda verilebilecek tepkileri somut bir şekilde tecrübe edebilir ve daha önce hiç deneyimlemedikleri seçenekleri keşfederler.“Hissettiklerini hissetmeyi ve bildiklerini bilmeyi öğrenirler. Dilin zenginliğini keşfettikçe ve hissettiklerini tanımlamaya başladıklarında içsel bir mutluluk yaşarlar.”

"1- Birbirimizi bozma kapasitemiz birbirimizi iyileştirme kapasitemize denk gelir. İlişkileri ve toplumu iyileştirmek, refahımızı iyileştirmenin temelidir.

2- Dil, deneyimlerimizi aktararak kendimizi ve başkalarını değiştirme, bildiklerimizi tanımlama ve genel bir anlam bulma gücü vermektedir.

3- Nefes alma, hareket etme ve dokunma gibi bedenin ve beynin istem dışı olarak adlandırılan işlevlerini de içerecek şekilde kendi fizyolojimizi düzenleme yeteneğimiz vardır.

4- Çocukların ve yetişkinlerin kendini güvende hissedebileceği ve gelişebileceği ortamlar yaratmak için sosyal koşulları değiştirebiliriz."

Travma konusunda yapabileceğimiz çok şey var. Yazarın da yukarıda bahsettiği insanlığın bu temel yönlerini göz önüne alarak yaptığımız seçimleri şekillendirmek bizim elimizde. Benim için bu kitaptaki en etkileyici çıkarımlardan bir tanesi de insanın hayret verici iyileşme potansiyeli oldu. En umutsuz gibi görünen durumların dahi doğru bir yaklaşım ile üstesinden gelinebiliyor. En başta insanın, toplumsal bir canlı olarak en temel ihtiyaçlarını kabul etmesi gerekli. Sevdiklerimizle vakit geçirmek, temas kurmak, sarılmak, gerçekten duymak ve duyulmak; gerçekten görmek ve başkaları tarafından görülmek biyolojik ihtiyaçlarımız. Sadece bir birey olarak değil, toplum olarak yapabileceğimiz çok şey var. Okullarımızı, sosyal kuruluşlarımızı ve genel olarak toplumsal yapılanmamızı bu bilgiler ışığında düzenleyebiliriz. Çocuklarımızın birbirleriyle sağlıklı bir iletişim kurabilecekleri, bedensel bir katılım sağlayıp, birbirleriyle uyumlanabilecekleri halk oyunlarına, mahalle aralarındaki saklambaç oyunlarına ve futbol maçlarına ihtiyacı var. Hem de sadece kendi sosyal kesimleri içinde değil, bir toplum olarak bir arada olmak zorunda olduğumuz her türlü kesimi kapsayarak. Kitapta yazmıyor belki ama yaptığım çıkarımlardan birisi de şu: bir insanın temel gerçeklik algısında bile bu kadar sapma olabiliyorsa, fikir dünyalarındaki, sosyal ve siyasal seçimlerindeki ayrılıklar oldukça normaldir. Fikir ayrılıklarımızdan doğan çatışmalar ile sağlıklı bir şekilde yüzleşebileceğimiz yapılara ihtiyacımız var. Özellikle de Türkiye olarak geçmişimizden kalan bu anlamda çok fazla travmamız olduğunu ve hali hazırdaki ayrışmayı göz önüne alırsak, böyle yapılanmalara en çok biz ihtiyaç duyuyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam "Kaplanı Uyandırmak"'da bu konuyla alakalı olarak bir İskandinav ülkesindeki uygulamadan bahsediliyor. Etnik ayrışmaları gidermek için farklı kültürdeki gruplardan aileler, bebekleriyle birlikte toplanıp kendi geleneklerini paylaştıkları bir ortam yaratıyor ve hep beraber sırasıyla geleneksel halk ezgilerini söylüyorlar. Kendi ortak kültürümüze uygun bu tarz uygulamalar geliştirmek bizim elimizde. Elimizde artık çok değerli bilgiler var ve yazarın da dediği gibi "bildiklerimizi uygulamak kendi seçimlerimizdir".

Yoga hocaları için ilave notlar:

Bir parantez açıp yoga hocalarına hitaben birkaç noktadan daha bahsetmek istiyorum. Kendimizi bir yoga hocası olarak bir terapist ile özdeşleştirebileceğimiz çok fazla nokta var. Bu kitapta da Bessel Van Der Kolk’un bir terapist olarak tutumunu satır aralarında ziyadesiyle görebiliyoruz. Kendisinin tecrübe ve becerilerini göz önüne alırsak bunlara kulak vermekte fayda var. Mesela birçok durumda tedavi sırasında hastaların kendisine tam olarak ne olduğunu belirlemeye çalışmakla değil, yaşadıkları duyguları, duyuları ve tepkileri tolere edebilmelerine yardımcı olmakla ilgilendiğini belirtiyor. Bu denli tecrübeli bir psikiyatr bile her şeye açıklama bulma girişiminde bulunmuyorsa, bu konuda eğitimi olmayan biz yoga hocalarının, öğrencilere yaşadıkları her şey için bir izahatte bulunması ve psikanalize girmesi yerinde olmayacaktır. Hatta kimi durumda tehlikeli dahi olabilir. Belinde sıkıntısı olan bir öğrenciye geçmişinde yaşadığı ailevi bir problem olduğunu belirtmek hem gereksiz hem de büyük ihtimalle yanlış bir çıkarım olacağından tehlikelidir.

Bir diğer örnekte bir terapist, öğretmen ya da danışman olarak hastaların yoksunluklarının neden olduğu boşlukları doldurmaya çalışmamamız gerektiğini önemle vurguluyor. Hastaların kendi gücüne kavuşmasının öncelikli olduğunu ve kendi içsel kaynaklarına odaklanmalarını sağlayarak kendilerini iyileştirmelerine destek olmamız gerektiğini belirtiyor. Yani öğrencileri bizim ilgi ve sevgimize muhtaç etmemeli, kendi içsel kaynaklarına yönlendirmeliyiz. Maalesef öbür türlüsünün tehlikeli örnekleri oldukça mevcut.

Kitabın genelinde ruh sağlığımız üzerine görebildiğimiz temel çıkarımlardan bir tanesi yoğun duyguları yaşamayı ve bunlara tahammül edebilmeyi öğrenmemiz gerektiğidir. Yani bir ders sırasında öğrencinin açığa çıkan bütün duyguları yaşayabilmesi için bir alan açmamız gerek. Öfke, asabiyet ve korku gibi yoğun duygular da dâhil olmak üzere. Yani sürekli pozitif bir şeyler hissetmeleri gerektiğine dair bir his yönlendirmesi yapmamak lazım. Ben öğrenciye gülmesine dair bir yönlendirme yapmaktan dahi kaçınıyorum. Tabi aynı zamanda öğrencinin açığa çıkan bu duygulara tahammül edebilmesi için bedensel bir farkındalık halini de devam ettirmesini sağlamak gerek. Daha önce bahsettiğimiz bir sarkaç gibi. İyi bir sekanslamayla birlikte de yoğun hislerin çoğunlukla açığa çıktığı ateşli pozlardan sonra öğrenciye rahatlama fırsatı da sunarak, bu hislerin geçiciliklerini keşfetmelerine yardımcı olabiliriz.

Diğer bir örnekte terapi sırasında o an için kendisinin dahi tahammül edemediği bir yoğunluk açığa çıktığı için seansı bitirmek zorunda kaldığından bahsediyor. Bu nedenle terapistlerin (ve yoga hocalarının) da kendi yoğun terapilerine (pratiklerine) gereksinimleri vardır. Böylece kendimize bakabilir ve yoğun hisler açığa çıksa da onlara karşı yeterli olabiliriz. Bu noktada kendi pratiğimizin hocalığımızdaki önemini bir kere daha vurgulamış olalım.

Etiket ile ara
bottom of page