top of page

Dijital Minimalizm 1: Nedir ve Neden?


Dijital etkileşimlerin insanlık tarihinde hiç görülmedik biçimde hayatlarımıza nüfuz ettiği bir gerçeklikte yaşıyoruz artık. Teknolojinin yaşamlarımıza kattığı nimetler yadsınamaz. Artık görevi gereği ailesinden başka bir kıtada bulunan genç bir baba, çocuğunun ilk adımlarını binlerce kilometre uzaktan canlı olarak izleyebiliyor. Twitter üzerinden çok büyük kitlelere ulaşan anlık bilgiler, birkaç ülkenin tarihini birden değiştirecek kitlesel hareketlere dönüşebiliyor. Hayatında hiç kitap görme şansı bile yakalayamamış bir yerli, internet erişimiyle dünyanın en büyük açık kütüphanesine ulaşabiliyor. Artık hayatımızı şekillendiren bir numaralı etken olarak gün içerisinde en çok maruz kaldığımız dijital ekranlar yer alıyor. Bu aynı zamanda ürpertici bir gerçek. Dijital etkileşimlerin analog etkileşimlere ağır bastığı bir çağda yaşıyoruz artık ve bunun ciddi bir maliyeti de var. Eğer siz de teknoloji ile olan ilişkimizde bir gariplik sezmeye başladıysanız, hiç de yalnız değilsiniz.

Çocukluğumdan beri bir teknoloji meraklısı ve bir noktadan sonra da bir mühendis olarak birçok yeni teknolojiyi yakından takip ettim bugüne kadar. Eve internet geldiğinde ilkokul 4. sınıftaydım ve ilk gün bildiğimiz tek site olan yahoo.com’a girdiğimizde kısa bir akıl yürütme akabinde babamla internet kablosuna koşup hızlıca bilgisayardan söktüğümüzü hatırlıyorum. Akıl yürütme silsilesi şu şekilde gerçekleşti: “Bu site belli ki yabancı bir site, hatta Amerikalı gibi duruyor... biz şimdi Amerika’ya mı bağlandık telefonla?!... öyleyse telefon faturası da ağır sağlam yazıyor şu an”... ve kablo hemen çıkarılır. Sonradan işlerin gerçekte nasıl yürüdüğünü öğrendik ve o günden beridir de internet üzerinden birçok yeniliği yakından takip ediyorum. Facebook’a katılmam on yılı geçmiş. Hayatımıza ilk olarak masumane bir şekilde giren birçok teknolojide olduğu gibi işlerin bugünkü haline geleceğini tahmin edemezdim.

Bu yazıda öncelikle bir dikkat profesyoneli olarak sahip olduğum kendi gözlem ve bilgilerimi, Cal Newport’un yazının başlığıyla aynı isme sahip Dijital Minimalizm ve Pürdikkat kitapları ile Daniel Goleman’ın Odak isimli kitabını ve birçok makaleyi de referans alarak paylaşacağım. Konuya aynı zamanda yoga felsefesi çerçevesinden de bakacağım. İlk olarak birkaç yıl önce bir girişimci ve yazar olan Tim Ferris’ten dijital medya diyeti olarak duyduğum ve ilgimi oldukça çeken yaklaşımın çok benzerini Cal Newport dijital minimalizm olarak adlandırmış. Yazının ilerleyen bölümlerinde bu kavramı tanımlayıp daha da açacağım. İkinci yazıda da ağırlıklı olarak pratik uygulamalar olacak. Ama ilk olarak uğraştığımız konu nedir ve ciddiyeti ne boyutlarda buna bakalım.

Özellikle akıllı cep telefonlarının hayatımıza girmesi ve telekomünikasyon teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte internet erişimimiz kesintisiz hale geldi. Önceden bilgisayar başına geçmeden erişemediğimiz internete aralıksız olarak bağlı durumdayız artık. Facebook, Twitter ve Instagram gibi sosyal medya mecralarıyla, e-posta kutularımızla veya bir internet tarayıcı ya da aplikasyonla ulaşabildiğimiz sonsuz sayıdaki ağlarla olan bağlantımız, sabah gözümüzü açtığımız ilk andan başlayarak akşam gözümüzü kapatana kadar devam ediyor. Uykularını internete bağlı bir akıllı saat ile takip eden ya da daha uç bir örnekle uykularını internette canlı yayınlayanları da sayarsak (evet gerçek) bu çevrimiçi olma hali günde 24 saate kadar çıkabiliyor. İnsanlardan çok makinelerle etkileşim halindeyiz ve dikkatimizi sürekli ayartan dijital bir bombardıman altında yaşıyoruz. Çeşitli nedenlerle can sıkıcı bir durum bu. Bazılarımız halinden memnun olsa da bazılarımız rahatsızlıklarını dile getirmeye başladı. Ortak olan nokta, herkesin internetin yapıcı gücüne de inanması. Kimse yol bulmak için hazırdaki cep telefonu yerine haritalara bakmak istemiyor ve WhatsApp’dan vazgeçmeye gönüllü değil ama birçoğumuz için bunlarla sınırlı kalmayan teknoloji kullanımı artık bir tükenmişlik hali yaratıyor. Rahatsız edici bir tik haline gelen cep telefonunu sürekli kontrol etme dürtüsü bir kontrol eksikliği duygusu uyandırırken, anlamlı bir hayat sürmenin ön koşulu olan bölünmemiş dikkat ile bir işi sonuna kadar sürdürmemizi, öğrenmemizi ya da yaratmamızı sağlayan bilişsel güç oldukça zayıflamış durumda. Mesela ben yazının bu kısmına kadar gelirken bile elimi birçok kez cep telefonuma uzattım veya bu dürtüye direnmek zorunda kaldım ve bu durumdan hiç de memnum değilim. Diğer taraftan takip ettiğimiz kişilerin hayatlarının özenle ayıklanmış dijital tasvirleri bizlerde ister istemez bir yetersizlik duygusu uyandırıyor. Zeki insanlar olarak bilişsel seviyede bu dijital hayatların göründüğü kadar toz pembe olmadığını bilsek dahi, sosyal hayvanlar olarak daha derinlere gömülü olan duygusal ve sosyal devrelerimizi ikna etmek o kadar da kolay olmuyor. Aynı şekilde duygusal yükü daha fazla ve dolayısıyla da dikkatimizi çekmek için ticari ve siyasal kurumlar tarafından daha çok kullanılan negatif, şiddet, cinsellik ve kimi zaman da bunların hepsini birden içeren içeriklere çok daha fazla maruz kalıyoruz. Bu şekilde ya farkına bile varmadan yıkıcı bir haleti ruhiye içerisine giriyoruz ya da bunlara direnmek için ciddi bir bilişsel çaba harcıyoruz. Hızlı dijital tüketim alışkanlıklarımız bizi aceleci ve fevri hale getirdi. Yüz yüze fikir alışverişinde bulunmayı ve incelikli duyguları okumayı bırakıp kendimizi ekranların arkasına sakladığımızdan beri sosyal becerilerimiz aşınmaya uğruyor. Kendimizi bu karmaşa içerisinde bulmamız zayıf iradeli ya da aptal olduğumuz anlamına gelmiyor. Zira günlük hayatımızı işgal eden bu teknolojik araçlar aslında göründüğü kadar masum değil.

Günümüz dünyasının baskın ekonomik modeli olan serbest piyasa ekonomisinde ticari kurumların bir numaralı hedefi olabildiğince gelir elde etmek ve büyümektir. An itibariyle dünyanın en büyük ikinci şirketi Google. Google dendiği zaman hepimizin aklına ilk gelen şey dünyanın en büyük arama motoru oluyor. Bu doğru olmak ile birlikte Google’ın temel gelir kaynağı reklamlar ve dolayısıyla aslında Google’ın her şeyden önce ilk ünvanı dünyanın en büyük reklam şirketi olduğu. Dünyanın en büyük altıncı şirketi ise Facebook. Peki Facebook’u dünyanın en büyük şirketlerinden biri yapan bir numaralı gelir kaynağı nedir? Doğru bildiniz, reklamlar. Dolayısıyla hem YouTube’ın, Google Maps’ın ve Android gibi hayatımızda ayrılmaz bir yer edinen sayısız birçok oluşumun sahibi olan Google (aslında ana şirket Alphabet olarak geçiyor) hem de Instagram’ın ve WhatsApp’ın da sahibi olan Facebook, bu devasa varlıklarını bizim kendi servislerinde ne kadar çok vakit geçirdiğimize bağlı olarak kazanıyor. Hazır lafı açılmışken dünyanın en büyük şirketi de Apple. Yani bütün bu servisleri ceplerimize sokan ürünlerin sahibi olan şirket. Bu kesinlikle bir şirket karalama girişimi değil. Şahsen bu bahsettiğim tüm şirketlerin ürünlerini aktif olarak kullanmaktayım. Buradaki asıl vurgu hayatımızın her alanını işgal eden bu dijital araçların çoğumuzun sandığı üzere hiç de nötr ve masum olmadığı ve bu devasa dikkat ekonomisinde artık en değerli akçenin bizim dikkatimiz olduğu. Akıllı cep telefonları da sağolsun, dikkatimizi verebileceğimiz her an satılık: evde, ofiste, yolda, yatakta, tuvalette ve geri kalan her yerde. Dünya ekonomisi artık bizim dijital bir ekrana ne kadar çok baktığımıza göre işliyor ve bu gizli bir komplo teorisi değil, açık bir gerçek.

Cal Newport’un belirttiği üzere Silikon Vadisi’nin bizi bağımlı kurmak üzere başvurduğu iki temel psikolojik hile var. Bunlardan ilki aralıklı olumlu pekiştirme. Aralıklı olumlu pekiştirme, ne zaman verileceğini öngöremediğimiz ödüller üzerine işliyor. Beynin yeni ve/veya güçlü bir duygu uyandıran bir şey ile karşılaştığı zaman kendisini ödüllendiren bir sistemi var. Her yeni ve değerli bir şey ile karşılaştığımızda beynimiz, tatmin duygusu yaratan bir nörohormon olan dopamin ile bizi ödüllendiriyor. Nasıl ki bir uyuşturucu kullanıcısı, harici bir maddeye bağımlı olabiliyorsa, aynı şekilde vücudun salgıladığı kendi kimyasallarına da bağımlı olabiliyoruz. Görünen o ki düzensiz aralıklarla verilen bu ödüller çok daha fazla güçlü bir bağımlılık etkisi yaratıyor. Yani bir paylaşımda bulunduktan sonra sürekli olarak Facebook ya da Instagram’a girip her seferinde ne kadar beğeni topladığımızı ya da yorum aldığımızı kontrol etmek istiyoruz. Bir şey paylaşmadığımız zamanlarda da ne zaman karşılaşacağımızı bilemediğimiz yeni ve değerli bir şeyler arıyor gözlerimiz. Belki de her yirmi seferinde bir kez, beynimizin işte bu diyeceği bir şey ile karşılaşıyoruz. Bu komik bir video, kayda değer bir paylaşım, önemli bir e-posta ya da bir bildirim olabilir. Aynı psikolojik hile birçok oyun, uygulama ve internet sitesi için de geçerli. Bununla ilgili duyduğum en güzel benzetme akıllı telefonlarımızın birer kazı kazan makinesi olduğu. Her seferinde ne ile karşılaşacağımızı bilmeden sürekli olarak telefona uzanıyor ellerimiz.

Bizi dijital ekranlara bağımlı kılan ikinci psikolojik unsur da toplumsal onay dürtüsü. İnsanlar olarak sosyal canlılarız ve başka insanların bizim hakkımızda ne düşündüğüne çok önem veriyoruz. Milyonlarca yıllık evrimsel sürece baktığımız zaman daha yeni sayılan yerleşik hayata geçmeden önceki tüm süre boyunca vahşi doğada hayatta kalmamız, kabilenin diğer üyeleri ile olan ilişkilerimize dayanıyordu. Kabile dışına itiliyor olmak çok büyük ihtimalle ölüm anlamına geliyordu. Dolayısıyla beynimizin sosyal devreleri çok derinlere gömülü durumda. Daniel Goleman’ın Odak kitabında belirttiği bir çalışmaya göre beyin taramaları gösteriyor ki sosyal dışlanmışlık, fiziksel acı ile aynı tepkileri vermemize yol açıyor. Dolayısıyla her ne kadar umursamadığımızı söylesek de topladığımız beğenilere ve aldığımız yorumlara gösterdiğimiz fazla ilgi beynimizin en köklü devrelerine dayanıyor. Tabi bu çok incelikli sosyal devreleri dijital bir beğeni butonuna indirgemek kafamızı fena halde karıştırıyor. İlerleyen kısımlarda bu konu hakkında daha fazla detay vereceğim. Bu noktada belirtmek gerekir ki beğeni butonu ve yorum kısmı Facebook çıktıktan uzun bir zaman sonra eklenen bir özellik ve beklenenin çok daha üzerinde trafik artırdığı için mecranın artık temel bir parçası haline gelmiş durumda. Bildirimlerin özellikle uyarıcı bir renk olan kırmızı renkte olması da başka bir hile.

Benim kendi ekleyeceğim bir diğer psikolojik unsur da hedonistik adaptasyon. Vücudun kendi kimyasallarına nasıl bağımlı olabileceğinden bahsetmiştik. Özellikle ödül mekanizmalarını uyaran dopamin salgılanması için ille de keyif verici bir madde kullanmamıza gerek yok. Dijital bir ekran karşısında karşılaştığımız yeni ve ilginç bir şey de dopamin salgılanmasıyla bize aynı şekilde keyif veriyor. Ancak bu tarz uyarıcılara sürekli maruz kaldığımız zaman bir bağımlılık sendromu olarak keyif almamız için gereken eşikte artış meydana geliyor. Bir şeye alıştıkça keyif almak için daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz. Daha fazla tüketmeye çekilsek bile daha az zevk alır hale geliyoruz. Aynı zevki almak her zaman daha da zorlaşıyor. Her yeni teknoloji ile ilk karşılaştığınız anları ve şu anki halinizi kıyaslayın. Eğer yaşı yetiyorsa internet öncesi zamanı hatırlayanlar ne dediğimi daha iyi anlayacak. Seyrettiğiniz hiçbir filmin yada dizinin tadı tuzu kalmadıysa ama birşey seyretmeden de duramıyorsanız; hiçbir şey “o eskisi gibi” değilse siz de birer dopamin bağımlısı olmuş olabilirsiniz. İşin içine sosyal devrelerimizi de katınca işler daha da sarpa sarabiliyor. Ben ilk cep telefonumu aldığımda (o zamanlar pek de akıllı değillerdi) arkadaşlarımızı çaldırıp kapatarak onları hatırladığımızı ifade ederdik. Özellikle değer verdiğimiz birisi (bu hele ki karşı bir cinsten ilgi duyduğumuz birisiyse) karşılık verirse havalara uçardık. Bugün sadece normal hissedebilmek için paylaştığımız bir fotoğrafa yüzlerce beğeni almadan rahat edemiyoruz. Dopamin dengesi aynı zamanda motivasyon, dikkat ve karar verme gibi yetilerimiz için de kritik öneme sahip. Belki son zamanlarda bu konularla ilgili de bir değişiklik hissediyor olabilirsiniz.

Sonuç olarak dijital bağımlılıklar, insan sinir sisteminin bağımlılık mekanizmalarını olabildiğince istismar eden büyük bir iş planının parçası. Bu noktada bağımlılık kelimesi bazılarını rahatsız edebildiği için ufak bir açıklama yapmakta fayda var. Artık psikolojinin bağımlılık teşhisi kıstasları dijital dünyayı da kapsıyor. Elbetteki birisini bu kıstaslar ile değerlendirip bağımlı diye teşhis etmek bizim yetkinlik alanımız dışında. Ancak asıl mesele de bu değil zaten. Psikolojik değerlendirmelere göre birisi için orta ve düşük seviyede bağımlılık oranları geçerli olsa bile konu dijital bağımlılıklar olunca işin rengini değiştiren başka bir unsur daha var: erişebilirlik. Yani bir uyuşturucu bağımlısının bir uyuşturucuya ulaşıp yoksunluğunu giderebilmesi binbir türlü takla atmasını gerektirirken, bir internet bağımlısının elini cebine atması yeterli oluyor. Teknolojinin nimetlerini kabul etmekle birlikte artık aşırıya varan dijital uğraşlarımızın ciddi bir maliyeti olduğunu da görmemiz gerek. Bu maliyetlerin sandığımızdan daha can sıkıcı bir durumda olduğunu açıklama girişiminde bulunacağım.

Sosyal medya, internet, e-posta ve video oyunları gibi sonsuz bir yelpazeyi kapsayan dijital uğraşların aşırı kullanımı dediğimiz zaman insanların aklına ilk gelen zarar kaybettikleri zaman oluyor. Rakamlar oldukça rahatsız edici. 2019 itibariyle ortalama bir Amerikalının dijital bir ekran karşısında geçirdiği zaman günde 12 saat! Sabah kalkar kalkmaz akıllı telefonumuzla başlayan dijital etkileşimimizi, iş yerlerinde bilgisayar ekranı ile, akşam eve geldiğimizde de bir monitör karşısında Netflix ile paylaşıyoruz. Yani bir ekranı bırakıp diğerine geçiyoruz ve ortalama olarak uyanık olduğumuz vaktin çok büyük bir kısmı bir ekran karşısında geçiyor. Dolayısıyla ciddi bir vakit kaybı ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçek.

Ancak vakit kaybı, buzdağının görünen ve en masum kısmı. Bu koca vakti nasıl harcadığımız sadece bu vakti harcarken ki halimiz için değil, geri kalan tüm zamanlardaki halimizi de etkiliyor. Tükettiğimiz şey tarafından şekillendiriliyoruz. Yoga öğretisinde içeri aldığımız besin, yani hayat enerjisi (Prana), sadece gıdalardan oluşmuyor. Yediğimiz gıdalar gibi duyusal düzeyde dokunduklarımız, gördüklerimiz, işittiklerimiz; zihinsel düzeyde karşılaştığımız fikirler ve düşünceler; duygusal düzeyde ilişkilerimiz ve eylemlerimiz ve spiritüel düzeyde de en iç değerlerimize dokunan maneviyata dair her ne varsa da birer besin olarak değerlendiriliyor. Yani gün boyunca bir ekran karşısında tükettiğimiz tüm bu fikirler, ideolojiler, duygular ve alışkanlıklar canımıza can katan, bizi besleyen şeyler olabileceği gibi bizi tüketen, canımızdan çalan, hastalandıran şeyler de olabiliyor. Her şeyin besin değeri farklı. Ortam dijital dünya olunca maalesef ikincisi daha fazla rağbet görür durumda. Ne yersek oyuz. Abur cubur tüketmeyi bırakıp daha sağlıklı besinlere geçmemiz gerek. Onları da kararında tüketerek.

Ortaokul yıllarımın en büyük meşgalelerinden bir tanesi de Counter Strike’dı (çoklu oynanan bir bilgisayar oyunu). Ancak bizim zamanımızda böyle oyunlar kendi evimizde tek başımıza internete bağlanarak değil de bir internet kafede, oradakilerle hep beraber toplaşarak oynanıyordu. Vaktimizin çoğu ekran karşısında geçse de, kimler ile oynadığımızı yüz yüze görür, sürekli bir iletişim ve curcuna halinde oyunlarımızı oynardık. İnternet kafelerin kitlesi tam bir kültür mozaiğiydi. Her kesimden ve yaştan bir sürü insan belli bir sosyal organizasyon çerçevesinde etkileşime girerdi. Kiminle nasıl iletişim kurmamız gerektiğine çok dikkat etmemiz gerekirdi, zira ortamın ateşiyle de sözlü tartışmaların fiziksel boyuta dönebilme riski vardı. O zamanlarda günümüzün sohbet programlarının atası sayılan mIRC ile de yeni uğraşmaya başlamıştık. İnternet üzerinden tanımadığımız biri ile iletişim kurma fikri o zaman çok sihirli gelmişti. İsmini, yaşını, cinsiyetini ve lokasyonunu bilmediğimiz biri ile (dolayısıyla ilk soru hep asl? olurdu, yani age, sex, location) uzaktan yazışma teknolojisi çocuk akıllarımıza çeşitli muziplikleri de getirdi haliyle. Bunlardan birisi de yazıştığımız kişiye küfür edip, verdiği tepkileri seyretmek oluyordu. Bu bizim için birçok açıdan yeni bir iletişim tarzıydı. Bir kere karşıdaki kişi ile aynı ortamda olmadığımız için söylediklerimiz hiçbir risk taşımıyor, dolayısıyla dediklerimizi ayarlama ihtiyacı hissetmeden dilediğimiz gibi yazabiliyorduk. İkinci olarak tüm iletişim, emojilerin bile daha icad edilmediği bir zamanda yazı kanalıyla oluyordu. Yani yüz yüze iletişimin dahil olduğu gerçek zamanlı beden dili, ses tonu, koku, jest ve mimik gibi zengin etkileşimlerin hiçbiri bu iletişime dahil olmuyordu. Duygu alışverişi açısından oldukça düşük çözünürlüklü bir iletişim yolu.

mIRC’dan sonra epey yol aldığımız bir gerçek, ancak hala hiçbir iletişim yöntemi gerçek bir insan ile fiziksel bir temas halinde yüz yüze iletişim kurmanın yanına yaklaşabilmiş değil (ve yaklaşamayacak da). Ancak çoğumuz için ana iletişim kanalı dijital olanlara kaymış durumda. Bu özellikle dijital dünyada doğanların oluşturduğu yeni topluluk için hiç hoş bir durum değil. Çocuk beyninin sosyal ve duygusal devresi, gün içinde karşılaştığı herkesle temas ve sohbetten bir şeyler öğrenir. Analog etkileşimler oldukça zengindir. Otomatik gerçekleştiği için biz hiç farketmeyiz ancak beyin karşıdaki kişiyle ilgili yüzlerce detayı anbean takip ederek birçok işlemden geçirir. Bu çok karmaşık bir işlemdir ve günümüzün teknolojisiyle bile makineler hala bir kişinin duygu durumunu tam olarak ayırt edemiyor (bazı kadınların kendilerini anlamadığı için eşlerini robot olarak suçlamaları boşuna değil ama bu yakın zamanda değişebilir). Beyin sosyal bir organdır ve bu etkileşimler beyin devrelerini biçimlendirir; insanlar ile daha az, dijital bir ekran başında daha çok vakit geçirmek, eksikliklerin habercisidir.

Dolayısıyla dijital bağımlılıklarımız sonucunda empati yoksunluğu gibi sosyal bozukluklular ile karşılaşıyoruz. Ortaokul yıllarımın mIRC örneğinden de gördüğümüz üzere, dijital iletişim araçları duygusal ve fiziksel tehditler açısından düşük riskli ve karşılıklı duygu alışverişi için yeterli olmayan oldukça aksak bir yol. Hepimizin WhatsApp üzerinden yanlış anlaşıldığımızı düşündüğümüz anlar mutlaka olmuştur. Artık kullanabileceğimiz yüzlerce emoji var ama hala çok incelikli duygu ifadelerini yakalayamıyoruz. Belki sevgilimize de babamıza da aynı öpücük emojisini yolluyoruz ama gerçek hayattaki öpücüklerimiz arasında dağlar kadar fark var. Eski bir teknoloji olmasına rağmen daha incelikli bir iletişim tarzı olan telefonla konuşmayı bile yazılı kısa mesajlara bırakmış durumdayız. Bir akıllı telefonun en az kullandığımız özelliği telefon haline geldi. Ana iletişim kanallarımız bu olmaya başladıkça birbirimizi karşılıklı anlama girişimlerimiz çok daha fazla azalmaya ve farkında bile olmadan ince duyguları okuma becerilerimizi kaybetmeye başlıyoruz. Diğer taraftan sürekli akıllı telefonlarımızı veya bilgisayarlarımızı kontrol etme dürtümüz gerçekte karşımızda duran kişinin yüzüne bile bakmadan saatlerce vakit geçirmemize yol açabiliyor. Ahenk kurmak ortaklaşa dikkat, yani karşılıklı odaklanma gerektirir. Her gün içinden geçtiğimiz dikkat dağıtıcı unsurlar seli düşünülürse, böylesi insanca anlar yaşayabilmek için çaba harcama ihtiyacımız her zamankinden daha fazla. İnsanlar artık sevgililerin bile yüzüne doğru düzgün bakamazken, herhangi bir konuda aynı görüşe sahip olmadığı bir kişiyle hiçbir şekilde iletişim kuramıyor. Bizim kendi tercihlerimize göre ve çoğunlukla da sosyal medya şirketlerinin kendi lehlerine olacak şekilde akıllı algoritmalarıyla filtreleyip önümüze sundukları içerikler çok sesli olmaktan çok uzak (yaratıcı olduğumuzu sanırken tek tipleşmemiz de bu yüzden). Sürekli olarak tek taraflı bir görüşü yoğun duygular eşliğinde tüketmek bizi karşı görüşe karşı oldukça tahammülsüz bir hale getirmiş durumda. Artık dünyanın her yerinde karşılaştığımız bu tarz kutuplaşmalar boşuna değil. Bazı akademisyenlerin çalışmalarına göre dijital medya araçlarının demokratik süreçlere olan etkisi sandığımızdan çok daha karışık. Bazı kesimler artık doğru habere ulaşabilmenin tek kaynağını alternatif dijital medya kanalları olarak görürken (hele ki Türkiye’de); görünen o ki aynı mecralardaki sonsuz sayıdaki yalan haberlere inananların oranı maalesef çok daha fazla.

Aynı dijital alışkanlıkların yol açtığı problemlerden bazıları da yalnızlık, anksiyete ve depresyon. Milyonlarca yıllık evrimin bizi nasıl sosyal canlılar kıldığından bahsetmiştik. Kendimizle ve çevremizle olan ilişkilerimizi düzenleyen duygularımız, beynin mantıksal işlemlerini gerçekleştiren akılcı kısmından daha derinlere gömülü. Duygularımızı sağlıklı bir çerçevede yaşamamız gerekiyor ve diğer insanlarla kurduğumuz ilişkiler sağlığımız için hayati nitelikte. Milyonlarca yıllık bu süreç içerisinde bu ilişkiler çok yakın bir zamana kadar tamamen analog bir dünyada yaşanıyordu. İhtiyaç duyduğumuz şey, ister bir dostumuz, isterse de bir aile yakını ya da partnerimiz olsun, aynı fiziksel düzlem içerisinde karşılıklı uyum ve temas içerisinde bağ kurmak. Facebook, uzun süredir haber almadığımız ilkokul arkadaşımızla tekrar bağlantıya geçmemize vesile olabilir. Bu kesinlikle muhteşem bir şey ancak aynı kişi ile bir noktadan sonra fiziksel düzlemde buluşamıyorsak ya da buluşsak bile dikkatimiz sürekli olarak akıllı telefonumuza kayıyorsa tekrar bir fayda zarar hesabı yapmamız gerek. Birisiyle herhangi bir şekilde bağlantı kurmak çok değerli ama dijital arkadaşlıklarımız bizi bir yere kadar tatmin edebiliyor. Evrimsel sürece baktığımız zaman çok yakın zamana kadar en fazla 150 kişilik kabileler halinde tüm hayatımızı geçiriyorduk. Dunbar sayısı olarak da bilinen bu sayı aynı zamanda bir kişinin sağlıklı ve yönetilebilir ilişki kurabileceği sınırı belirtiyor. Bugün bu rakam, bir sosyal medya hesabındaki, sözgelimi bir Instagram hesabı üzerindeki takipçi sayısı bakımından oldukça düşük sayılıyor. Kendi yakınlarımızla bile yeterince yakın temas kuramazken, binlerce kişinin hayatını yakından takip ediyoruz. Sosyal beyin devrelerimiz, İsviçreli bir “influencer”’ın, Bali’de yediği harika öğlen yemeğini işlemden geçirmekte oldukça zorlanıyor. Özellikle gençlerdeki kıyaslama üzerinden işleyen akran baskısı, özenle ayıklanarak filtrelenmiş dijital sunumlarla, hem de eskisi gibi kendi yakın çevresindeki 3-5 kişi ile değil de dünyanın her yerinden takip ettiği binlerce kişinin attığı havalarla ciddi bir yetersizlik hissi uyandırıyor. Dijital medya’nın gelişimiyle paralellik gösteren, akılcılığın baş tacı edilip hassas duyguların naif bulunarak küçümsendiği kültürel algı da bu işin tuzu biberi oluyor. İlerleyen kısımlarda bahsedeceğim diğer etkenleri de dahil ettiğimizde ortaya düşünülmesi gereken bir tablo çıkıyor. Uzmanlar artık özellikle gençlerin arasında kaygı verici derecede artan yalnızlık hissi, anksiyete ve depresyon oranlarına katkısında dijital alışkanlıklara büyük pay biçiyorlar. Gençlerin duygularını gözden geçirip anlama, kim oldukları ve kendi değerleri üzerinde düşünme ve bir başkası ile sağlıklı ilişki kurma becerileri zedelenmiş durumda. Anlamlı bir şeyler üretmek uzun yıllar ve büyük çabalar gerektirir. Ancak sosyal medya insanların çaba göstermeden ilgi toplamasına imkan sunuyor. Dolayısıyla gençler, bir mücadele içerisine girip çaba göstermek yerine kestirme yollarla ilgi toplamaya kendilerini veriyorlar. Bu da uzun vadede derin bir tatminsizlik yaratıyor. Odak’da bahsi geçen bir üniversite öğrencisi tweetlerin, durum güncellemelerinin ve yemekte çekilen resimlerin sanal dünyasında yaşamanın getirdiği yalnızlık ve soyutlanma konusunda bir gözlemde bulunuyor. Sınıf arkadaşlarının, üniversite yıllarını zenginleştirebilecek içsel değerlendirme tartışmaları şöyle dursun, sohbet yeteneklerini bile kaybettiklerini belirtiyor. Dijital dünyandaki kişilerin senin ne kadar çok eğlendiğini anında öğrendiklerinden emin olmak için “yapmakta olduğun şeyden kendini biraz uzaklaştırmadan hiçbir doğum gününün, konserin, dışarıda takılmanın ya da davetin tadını çıkaramıyorsun” diyor. Kitapta belirtildiğine göre Tayvan, Kore ve bazı diğer Asya ülkeleri, gençlerin bilgisayar oyunları, sosyal medya, sanal gerçeklikler konusundaki internet bağımlılığını, gençleri soyutlayan ulusal bir sağlık krizi olarak görüyor.

Dijital tüketim alışkanlıklarımızın maliyetlerinden en önemlilerinden birisi de dikkat zayıflaması. İki tane gerçekten bahsedeceğim. Birincisi bir şeyi ne kadar çok yaparsak o şeyin o kadar sağlam bir alışkanlık haline gelmesi. Nörobilim dünyasında buna nöroplastisite deniyor. Görünen o ki tekrarlanan alışkanlıklarımız beynimizde kalıcı nöral değişiklikler yaratıyor ve bu alışkanlıklar sadece o şeyi yaparken değil, hayatımızın geri kalanında da etki gösteriyor. İkinci gerçek de günde ortalama 12 saate çıkan dijital kaynakları tüketim alışkanlıklarımızın oldukça hızlı, odaksız ve sığ olması. Baş parmağınızla Instagram akışınızı nasıl kaydırdığınızı düşünün. Bu iki gerçeği birleştirdiğimiz zaman ortaya çıkan sonuç şu: Kendimizi dikkatsiz olmaya eğitiyoruz. Araştırmalar da gösteriyor ki bu konuda oldukça başarılıyız. Bir konu üzerinde dikkatimizi tutabilme süremiz oldukça gerilemiş durumda. Elimiz telefona gitmeden 5 dakika gerektiren bir işi bile yapmakta zorlanabiliyoruz. Odak’da bahsi geçen modern psikolojinin kurucularından William James, dikkati şu şekilde tanımlıyor: “zihnin, berrak ve canlı bir biçimde, birkaç olası nesne veya düşünce silsilesi arasından birini birdenbire sahiplenmesi.” Günümüzde bu silsileler birkaç tane olmaktan çok uzak. Dijital dikkat dağıtıcılara gömülü olarak geçen yaşam, neredeyse sabit bir bilişsel aşırı yük yaratır. Fazlaca yüklü olan dikkat de zihinsel kontrolü azaltır. Dikkat kapasitemiz, anlamlı bir hayat sürebilmemiz için sandığımızdan çok daha kritik bir öneme sahip. İster mesleki ister kişisel hayatımızda olsun değer verdiğimiz şeyler üzerinde ne kadar çok odaklanabilirsek, o kadar çok derinleşebiliriz. Pürdikkat kitabında adı geçen ünlü ekonomi yazarı Eric Barker, pürdikkat çalışma becerisini “21. yüzyılın süper gücü” olarak tanımlıyor. Her geçen gün daha ender rastlanan ve dolayısıyla kıymet kazanan bu zihinsel güç, günümüz iş dünyasında artık çoğumuzun dahil olduğu “zihin emekçileri” açısından oldukça değerli. Ne kadar zeki ya da yetenekli olduğumuz önemli değil, eğer bir konuda derinleşmek istiyorsak kıçımızı kırıp ilgilendiğimiz şeye bölünmemiş dikkatimizi vermemiz gerek.

Öğrenmenin de temel taşı olan odaklanma için özellikle genç yaşlarında olanlarda gözlenen dikkat zayıflaması, kaygı uyandırıcı seviyelerde. Odak’da bahsedilen bir sekizinci sınıf öğretmeni, yıllardır okuttuğu aynı bir kitaba olan ilginin oldukça düştüğünü belirtiyor. Artık çok başarılı grupların bile kendilerini okumaya veremediklerini söylüyor ve öğrencilerinde zayıflayan bu okuma becerisinin, aldıkları kısa ve tutarsız mesajlarla bozulmuş olabileceğini düşünüyor. Bir öğrencisi önceki yıl video oyunlarıyla iki bin saat geçirdiğini itiraf etmiş. Öğretmen ‘“World of War Craft” oyunuyla rekabet ederken virgül kurallarını öğretmek zor oluyor’ diye ekleme yapıyor.

İrade gücünün de anahtarı, odaklanma biçimimizdir. Çoğumuzun yaşamında belirgin olan bilişsel yük, görünüşe bakılırsa öz-denetim eşiğimizi alçaltıyor. Dikkatimiz üzerindeki talepler arttıkça, baştan çıkarıcılara direnmekte daha başarısız oluyoruz. Baştan çıkarıcılara daha çok kapıldıkça da öz-denetimimiz azalıyor yani kısır bir döngüye giriyoruz. Zeki ve başarılı olarak bilinen insanların bile zaman zaman bocalayabilmesinin sebebi, sınırlı dikkat kapasitemiz üzerinde artan bu bilişsel talepler. Odak kitabında bahsedilen Nobel ödüllü ekonomist Herbert Simon, daha 1977 yılındayken bizi uyarıyor: “enformasyon zenginliği dikkat fakirliği yaratır”.

Odaklanma sadece mesleki ve öğrencilik hayatımız için değil aynı zamanda kişisel ve ruh dünyamız için de çok büyük öneme sahip. Hayatımızın belli dönemlerinde oturup dikkatimizi vermiş ve bulabilmişsek eğer, kendi kişisel değerlerimizi de derinlemesine yaşayabilmenin ve anlamlı bir hayat sürebilmenin anahtarıdır odaklanma. Odak’da bahsi geçen filozof Martin Heidegger, daha 1950’lerdeyken ortaya çıkan “teknoloji devrim gelgiti”ne karşı bizi uyarmış ve eğer esiri olursak insanlığımızın özü olarak gördüğü bir düşünme tarzı olan “tefekkür”ü kaybedebileceğimizi belirtmiş. Derin düşünüş, yani tefekkür, odaklanmış bir zihnin sürdürülebilmesini gerektirir. Dikkatimiz ne kadar dağınıksa, düşüncelerimiz o kadar sığlaşır; aynı şekilde, düşüncelerimiz ne kadar kısa süreliyse, o kadar sıradanlaşabilir. Dikkat, yoga da dahil olmak üzere bütün spiritüel disiplinlerin en temel yapı taşlarından birisi, belki de en temeli. Bugün açık farkındalık veya seçici dikkat gibi tanımladığımız dikkatin farklı halleri, varoluşun farklı katmanlarında hassasiyet geliştirebilmemizin ve daha derin bilinç hallerine dalabilmemizin en temel aracı. Dikkatimizi yönlendirdiğimiz şeye can akıyor ve dikkati bir şey üzerinde ne kadar çok tutarsak o kadar çok bağ kurup o kadar çok derinleşebiliyoruz. Spiritüel önemi dışında günlük hayatımıza da oldukça fazla pratik getirisi olan “an’da kalabilme” becerimiz tamamen dikkat kapasitemizle ilgili. Bu noktada Joseph Campbell’in sonsuzluk kavramı ile söylediklerini aktarmak istiyorum: “Sonsuzluk sonraki bir zamanda değil. Sonsuzluk uzun bir zaman bile değil. Sonsuzluğun zamanla bir ilgisi yok. Sonsuzluk, tüm geçici düşüncelerin kesildiği bir şimdi ve burada boyutu. Eğer onu burada bulamazsanız hiçbir yerde bulamazsınız...” Modern psikolojinin de akış olarak adlandırdığı, tam bir dikkat ile yapılan işte zihnin susarak kendini anın canlılığına bırakma ve zaman mefhumunu yitirme deneyimi -nörobilim çalışmalarının da gerçekten böyle akış anlarında beynin “ben” ve “zaman” ile ilgili ağlarını kapatıp farklı devrelerini dahil ettiğini gösterdiği- bir deneyimden bahsediyoruz. Tam da böyle bir deneyim sırasında telefonunuzun titrediğini düşünün.

Kısaca belirtmek istiyorum ki dikkat aynı zamanda en büyük sevgi göstergesi. Kendimiz de dahil olmak üzere bir kişiye verebileceğimiz en değerli şey dikkatimiz. Akıllı telefonumuza gösterdiğimiz ilginin büyük bir kısmını alıp kendimize ve sevdiğimiz kişilere yönlendirmemiz gerek.

Aşırıya kaçan dijital alışkanlıklarımızla meydana gelen dikkat aşınmasının maliyetlerinden birisi de hafıza ve yaratıcılığın zayıflaması. Dikkatimizin nasıl yıprandığından bahsetmiştik. Hafızanın temel ön koşulu da dikkat olduğundan dolayı hafızamız da zayıflar hale geldi. Burada etkili olan unsurlardan birisi de genel dikkatsizlik alışkanlıklarının yanında “Google etkisi” dediğimiz psikolojik olgu. Artık bir malumata kolayca ulaşabileceğimizi bildiğimizden dolayı bu malumatları hafızamıza alma zahmetinde bulunmuyoruz. Elimizi cebimize atmamız ve merak ettiğimiz soruları Google’a sormamız yeterli. Hafızamızı harici bir cihaza teslim etmiş durumdayız. Bu harici hafıza parçaları, sevdiklerimizin telefon numaraları olduğu gibi, değer verdiğimiz mesleki ya da kişisel ilgi alanlarımızdaki değerli bilgiler de olabiliyor. Bu bilgileri kendi dahili hafızamıza almadıkça o konu hakkında derinleşemiyor ve sığ sularda yüzmeye devam ediyoruz. Benzer şekilde fotoğrafını çekip telefonun ya da bir sosyal medya hesabının hafızasına almadıkça, yaşadığımız değerli anları yok sayma eğilimi tehlikesi de taşıyor bu durum. Yaratıcılık konusunda da bizi yıpratan bir etki bu. Zira yaratıcılık birbirinden farklı gibi duran parçalar arasında ilişki kurabilme becerimize dayanıyor. Lego parçaları gibi düşünebileceğimiz hafıza parçalarımızın farklı kombinasyonlarla bir araya gelmesine benzetebiliriz. Ancak bunun için bu hafıza parçalarının kendi dahili sistemimize dahil olması, yani sinir sistemimizdeki nöral ağlarda haritalanmış olması gerekiyor. Yaratıcılığın en önemli temel unsurlarından birisi de kuluçkaya yatırmak. Kuluçkaya yatırmak için de kendi duygu ve düşüncelerimizle yalnız kalmamız gerek. Öyleyse yalnız kalmanın müthiş öneminden bahsetmenin vakti geldi demektir.

Yalnız Kalmanın Önemi

Yalnız kalmanın soyunun tükenmeye başladığı bir zamanda yaşıyoruz artık. Teknolojiyle bu kadar iç içe geçmediğimiz yakın zamana kadar, gün içerisinde istesek de istemesek de kendimizle baş başa kaldığımız çokça an bulunuyordu. Ancak internetin cebimize ve dolayısıyla hayatımızın her anına girmesiyle iyice alevlenen sürekli bağlantıda olma hali günümüzün standardı haline gelmiş durumda. 2000’li yıllarda ortaya çıkan iPod devrimine kadar sokaklarda kendi başımıza yürüyebiliyorken, bugün kulaklıklar kimsenin kulağından düşmüyor. İnternete erişimin dünyanın en ıssız köşelerine bile sızdığı bir zamanda yaşıyoruz. Facebook gibi şirketler üçüncü dünya ülkelerine internet sağlayabilmek için atmosferin en üst katmanlarında güneş enerjisiyle kendi kendine çalışan balon ağları gibi radikal teknolojiler üzerinde çalışıyor (bunun o bölgelere sağlayacağı müthiş faydaları göz ardı etmemekle birlikte, bu şirketlerin bu amaçlarında çoğunlukla bencil sebeplere sahip olduğunu biliyoruz artık). Diğer taraftan “sürekli bağlantıda olmak” günümüz toplumlarının bize olmazsa olmaz bir erdem olarak pazarladığı birşeyken, “yalnız kalmak” sosyal bir eksiklik belirtisi olarak sayılıyor. Peki gerçekten yalnız kalmak ne kadar önemli? Cevap sandığınızdan çok daha fazla.

Öncelikle burada bahsettiğim yalnız kalmanın tanımı şu şekilde: kişinin kendi duygu ve düşünceleriyle belli bir süre baş başa kalması. Buradaki önemli noktalardan birisi şu: dışarıdan başka herhangi bir duygu ya da düşünce girdisine maruz kalmamak. Yani bir dağın başına tek başınıza çıkıp kitap okumak ya da bir podcast dinlemek burada bahsettiğim yalnız kalmak tanımına girmiyor (hele ki sosyal medyada vakit geçirmenin hiç girmediğini anlamışsınızdır herhalde). Diğer taraftan bunun için her şeyden uzaklaşarak inzivaya çekilmeniz de gerekli değil. Vapurda yolculuk ederken, bir sırada beklerken ya da en basit haliyle bir yürüyüş yaparken dahi telefonu veya kitabı bir kenara bırakıp kendi duygu ve düşüncelerinizle kalabildiğiniz her an burada bahsettiğim yalnız kalmak sınıfına giriyor. Dijital Minimalizm kitabında bu tanıma benzer haliyle gönüllü yalnızlık (solitude) kavramından bahsediliyor ve sürekli bağlantıda olma haliyle kaybettiğimiz şeyi yalnızlık yoksunluğu olarak tanımlıyor.

Neden yalnız kalmaya ihtiyacımız var? Tükettiğimiz dijital içerikleri yoga felsefesinde birer besin olarak değerlendirebileceğimizden bahsetmiştim. Yani dijital bir ekran karşısında geçirdiğimiz her bir ânı, tıkınmak olarak değerlendirebilirsiniz. Tıkındığımız şeyler de çoğunlukla abur cubur, hatta zehirli sınıfına giren türden şeyler. Besin değeri yüksek şeyler de tüketiyor olabiliriz ancak bunların da fazlası bir problem olacaktır. Dolayısıyla yalnız kalmadığımız müddetçe yaşadığımız şey bir sindirim problemi yani hazımsızlık. Yeni bir şey tüketmeden önce hali hazırda tükettiklerimizi bir sindirmemiz gerek. Yazıda maruz kaldığımız dijital içerikleri “malumat, enformasyon, bilgi parçacığı veya veri” olarak tanımladığımı gözlemleyeceksiniz. Özellikle “bilgi” demekten kaçınmaya çalıştım zira maruz kaldığımız “malumat”ların çoğu sindirmediğimiz sürece hayatımıza hiçbir katkısı bulunmayan havada kendi başına dolaşan bir “veri parçası” olmaktan öteye geçmiyor. Duyduklarımız ve gördüğümüz şeyler, üzerinde oturup düşünmeye, bunları beynimizin nöral ağları üzerinde haritalandırmaya ve kendi kişisel hayatlarımızla bağdaştırmaya başladıkça “bilgi” haline gelmeye, derin bir şekilde içselleştirip deneyimlemeye başladıkça da “bilgelik” haline evrilmeye başlıyor. Kendi düşüncelerimizle yalnız kalıp “tefekkür” etmedikçe düşüncelerimiz sığlaşmaya ve dolayısıyla da sıradanlaşmaya başlıyor. Aynı zamanda elimizdeki bu sığ ve sıradan veri yığınlarıyla kaldıkça yaratıcı düşünce için de gerekli olan malzemenin yoksunluğunu çekmeye başlıyoruz. Zira yaratıcılık farklı şeyler arasında bağlantı kurmak demektir ancak bu farklı şeyleri kendi dahili sistemimizde sindirmiş bir şekilde hazır bulundurmamız gerekir.

Yalnız kalmadığımız sürece bir şeye odaklanma kapasitemizi de oldukça düşürüyoruz. İlle de bilgelik haline getirmemiz gerekmiyor ancak insan beyni maruz kaldığı her bir şeyi bir işlemden geçirmek yani bir şekilde sindirmek istiyor. Anlamlı bir hayat sürmek, kişinin değer verdiği bir konuda derinleşebilmesini gerektirir. Bir konuda derinleşebilmek de o konu üzerinde uzun süre odaklı kalmayı icap eder. Yazının öncesinden de hatırlarsanız aynı dikkat becerisi kişinin “anda kalabilme” kapasitesini ve ruhani gelişimi için manevi derinlik kazanması için de geçerlidir. Ancak görünen o ki maruz kaldığımız her bir dijital içerik bir “dikkat tortusu” yaratmakta. Yani insan beyni o gördüğü ya da işittiği şeye bir miktar dikkat verip işlemden geçirmek istiyor, işlemden geçmediği sürece de arka planda kalmaya devam ediyor. Bu parçaları başka bir girdiye maruz kalmadan yani yalnız kalarak işlemden geçirmediğiniz müddetçe dikkat kapasitenizin bir kısmını meşgul etmiş oluyorsunuz ve bilişsel kapasiteniz oldukça düşüyor.

Düşüncelerimizle yalnız kalmaktan belki de daha çok ihtiyaç duyduğumuz şey de duygularımızla yalnız kalmak. Aynı sindirim süreci duygularımız için de geçerli. Sürekli olarak dijital bir ekran karşısında vakit geçirmek bizde sürekli olarak çok çeşitli ve yoğun duygular yaratırken, bu duygularla yalnız kalamadığımız için de elimizde işlemden geçirilmemiş duygularla kalıyoruz. Yani çifte zarar söz konusu. Bu duygular da biriktikçe zamanla bir tükenmişlik hali yaratıyor. Hepimizin duyduğu ve genellikle magazin ünlülerinden öğrendiğimiz bu tükenmişlik sendromu son zamanlarda hayatımıza giren yeni bir icad. Bu sendromun teknolojinin gelişmesiyle paralellik göstermesi de artık bildiğiniz üzere bir tesadüf değil. Ne kadar yoğun olursa olsun kendi duygularımızla yalnız kalıp bu duyguları isimlendirmek ve işlemden geçirerek anlamlandırmamız gerek. Her bir yoğun duygu yükselişinde elimiz bir kaçış mekanizması olarak takıntılı bir şekilde telefona gittiği müddetçe gerekli duygusal olgunluğa erişmemiz mümkün değil. Kaçtığımız duygulardan onlarla yalnız kalıp işlemden geçirmediğimiz sürece azade olamıyoruz (gerektiği noktada bunun için bir profesyonelden destek almak da pas geçilmemesi gereken bir seçenek). Sağlıklı bir şekilde işlemden geçirmediğimiz takdirde ya bu birikmiş duyguları tamamen bastırarak olumlu hislerle birlikte hayatın coşkusunu yaşama gücümüzü de kaybediyor ya da patlamalı şekilde yaşayarak ruh sağlığımızı zedeliyoruz. Hayatın kendisi koca bir mücadele ve büyümemiz için çok çeşitli sancılardan geçmemiz lazım. Bunun için de telefonu bir kenara koyup kendimizle yalnız kalmamız gerek.

Yoga’nın tanımı, yoga felsefesinin en temel metinlerinden birisi kabul edilen Patanjali’nin Yoga Sutraları’nda, şu şekilde yapılmakta: chitta vritti nirodha. Birebir anlamını karşılaması çok zor olsa da Türkçesi şu şekilde: zihinsel dalgalanmaların durulması. Dolayısıyla yoga, huzursuz zihnin sakinleştirildiği ve enerjinin yapıcı kanallara yönlendirildiği bir metot. Rüzgar bir gölün yüzeyini nasıl dalgalandırır ve oraya yansıyan görüntüleri bozarsa chitta vritti (zihinsel dalgalanmalar) de zihnin huzurunu bu şekilde bozar. Bir gölün sakin suları, etrafındaki güzelliği yansıtır. Zihin sakinleştiğinde de içimizdeki Öz’ün güzelliğini görebilir hale geliriz. Takdir edersiniz ki sonsuz sayıdaki dijital dikkat dağıtıcının sürekli taarruzuna maruz kalan zihnin durulması mümkün değil. Patanjali’nin 1700 yıl önce bunları yazarken yaşadığı dünyadan çok farklı bir dünyada yaşıyoruz ancak aynı formül artık daha çok geçerli. Yoga’da bahsedilen bir aydınlamaya erişmekten daha çok, öncelikle normal bir insan gibi hissedebilmeye ihtiyacımız var. Yoga, meditasyon, farkındalık uygulamaları ve benzeri disiplinlere yönelik sürekli artan talep boşuna değil. Bence bu uygulamaların en büyük şifası insanların kendileriyle yalnız kalmasını sağlamasından geliyor.

Yoga ve benzeri kişisel değişim dönüşüm dünyasında ve benzer şekilde modern psikolojide de sıkça tartışılan başka bir mevzu da sınırlar. Kişinin kendi ruhsal ve fiziksel bütünlüğünü koruyabilmesi için sağlıklı sınırlara sahip olması gerek. Bu fiziksel olarak aşırı esnek birisinin fiziksel sınırlarını korumakta zorlanması gibi psikolojik anlamda da başkalarıyla olan ilişkiler konusunda ön plana çıkıyor. Kişi eğer sağlıklı sınırlara sahip değilse kişisel alanı bir başkası tarafından ihlal edilebiliyor. Şimdi bir de cep telefonlarınızla anlık mesajlaşma alışkanlıklarınıza bir bakın. Teknoloji sağolsun artık günün her dakikasında dünyanın herhangi bir yerinden bir başkasıyla çok rahatlıkla iletişim kurabiliyoruz. Bunun birçok insanın hayatını kolaylaştıran sayısız faydası olduğu bir gerçek. Ancak doğru sınır nerede başlıyor ve nerede bitiyor tekrar gözden geçirmemiz gerek. Yatarken dahi yanımızdan ayırmadığımız telefonlarımıza herhangi birinden gelen bir WhatsApp bildirimi, sözgelimi eğer ki telefonunuz açıksa ve yatağınızın kenarında duruyorsa o kişinin yatak odanıza çat kapı girmesine izin verdiğiniz anlamına geliyor. Eğer karşıdaki kişide onun ne zaman geleceği belli olmayan anlık taleplerine karşı anında cevap vereceğeniz beklentisi yaratıyorsanız kendi sınırlarınızı ihlal etmesine izin veriyorsunuz demektir. Teknoloji sağolsun karşıdaki kişinin bize yolladığı mesajın telefonumuza gelip gelmediğini ve hatta okuyup okumadığımızı dahi görebilmesi ve toplumun genelinin yaptığı gibi cep telefonuna sürekli baktığımız varsayımı ve hatta talebiyle birlikte anında cevap verme baskısı hissedebiliyoruz. Sınırlarımızı korumak her zamankinden çok daha zor ve çok değerli yalnızlığımız tehlike altında. Yalnız kalmak sanılanın aksine başkalarıyla bağ kurmak için de çok kıymetli, zira önce kendimiz ile bağ kurmadan bir başkası ile sağlıklı bir ilişki içerisine giremiyoruz. Elbetteki denge her şeyde olduğu gibi burada da anahtar. Sürekli yalnız kalmanızı tabi ki önermiyoruz ve herkesin yalnız kalma ihtiyacı da çok farklı olacaktır ancak alışkanlıklarımızı gözden geçirdiğimizde hepimizin halihazırdaki yalnız kalma süresini biraz daha artırması hayrımıza olabilir.

Wall-e filmini izleyenler geleceğin insanlarının nasıl tasvir edildiğini hatırlayacaktır.

"Wall-e" filmini izleyenler geleceğin insanlarının nasıl tasvir edildiğini hatırlayacaktır.

Eğer dijital alışkanlıklarınızı gözden geçirmeniz konusunda sizi bir nebze olsun ikna edebildiysem dijital minimalizm felsefesini tanımlamanın vakti gelmiş demektir. Teknolojinin hayatımızın her alanına girdiğini göz önünde bulundurduğumuzda asıl ihtiyacımız olan şey kestirme birkaç ufak teknikten öte genel bir tavır, bir hayat felsefesi. En temelinden başlayarak hangi dijital araçların ne amaçla ve hangi koşullarla hayatımıza soktuğumuzu değerlendireceğimiz bir teknoloji kullanım felsefesi. Dolayısıyla dijital medya diyeti ya da detoksu gibi kısa vadeli tekniklere nazaran Cal Newport’un tanımlamış olduğu dijital minimalizm felsefesi tam da aradığımız şey.

Dijital Minimalizm: Çevrimiçi vaktinizi, değer verdiğiniz şeylere faydası olan, titizlikle belirleyip optimize ettiğiniz sınırlı sayıdaki faaliyetle, odaklı halde geçirmenizi ve geri kalan her şeyi gönül rahatlığıyla geri çevirmenizi öngören bir teknoloji kullanım felsefesi.

Olur da kendinizi bir dijital minimalist olarak tanımlamayı seçerseniz bütün teknoloji faaliyetlerinizi baştan sona tekrar değerlendireceksiniz. Dijital araçların bağımlılık yapıcı etkilerinin farkında olarak, alışkanlıklarınızı kendi değerlerinize uygun bir şekilde fayda-maliyet analizi yaparak optimize edeceksiniz. Daha bilinçli bir tüketici olacak, alışkanlıklarınızı sürekli ve sıkı bir değerlendirmeyle daha maksatlı hale getireceksiniz. Bunları nasıl yapabileceğinizi görmek için buyrun ikinci yazıdan devam edelim.

Comments


Etiket ile ara
bottom of page