top of page

Gabor Mate 2: Biyo-psikososyal Bakış Açısından Duygusal Stresin Bedelleri


İçgüdüsel olarak hepimizin bildiği -zihin ve bedenin bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğu- gerçeğini, yaygın karşı görüşe rağmen modern tıp dünyasının da artık somut bulgularla desteklemeye başladığını görüyoruz. Dr. Gabor Mate’nin “Vücudunuz Hayır Diyorsa” kitabından ve Amerikan Hastanesi Code Lotus merkezinin düzenlemiş olduğu seminer vasıtasıyla kendisini doğrudan dinleyerek çok değerli bilgiler edinmiştim. Bu bilgileri yorumlayıp aktardığım yazı serisinin ilkinde zihin-beden etkileşiminin modern tıp bilimindeki karşılığı olan psiko-nöro-bağışıklık süper sisteminden bahsetmiştim. Ayrıca stres kavramına değinmiş ve kronik stresin akut strese oranla daha tahrip edici olma potansiyeli taşıdığından söz etmiştim. Serinin bu ikinci yazısında, bazı hastalıklar üzerinde daha fazla durarak kronik stresin sebep ve sonuçları üzerine daha fazla odaklanmak istiyorum. Özellikle kronik stresin farkındalık alanımızın dışında kalma eğiliminden dolayı çarpıcı örnekleri görmek hepimizin mutlaka birçok ders çıkarmasına yardımcı olacaktır.

Ölümcül hastalığı olan bir hastaya genel tıp yaklaşımının dışında kalarak kişisel geçmişi, stres durumu ve hatta karakter yapısı ile ilgili sorular sorulduğu zaman alınan cevaplardaki benzerlikler oldukça çarpıcı. Gabor Mate’nin yaptığı görüşme ve literatür araştırmalarına göre tekrarlayan bir tema var: duygusal açıdan tatmin edici olmayan bir çocuk-ebeveyn ilişkisi. Hastalar çok farklı hastalıklardan muzdarip olmalarına karşın, hikayelerindeki ortak halka, erken dönemde bir kayıp veya duygusal açıdan tatminsiz bir ilişki yaşamış olmaları. “Ciddi hastalıklar geçiren yetişkinlerin, erken çocukluk döneminde duygusal yoksunluk çekmiş olması, tıp ve psikoloji literatüründe yer alan çarpıcı sayıda araştırma ile de doğrulanmaktadır.” Dünyayla girilen etkileşimler, fizyolojik ve psikolojik gelişimimizi programlar. Duygusal temas da fiziksel temas kadar önemlidir. Sosyal-duygusal etkileşimler insan beyninin gelişimini kati bir surette etkilemektedir.

“On yılların nörobilimsel araştırmaları, ebeveyn ile yaşanan besleyici duygusal etkileşimlerin insan beyni gelişimi için elzem bir gereklilik olduğunu ortaya koymuştur.”

Ölümcül bir sinir hastalığı olan ALS hastalığına yakalanmış hastalara baktığımız zaman ortaya çıkan benzer hikayeler ve karakter özellikleri oldukça çarpıcı. Cleveland Kliniği’ne mensup nörologlar tarafından sunulan ilgi uyandırıcı bir makale var: “ALS Hastaları Neden Bu Kadar İyidir?”. Bu makalede belirtildiğine göre birçok hekimin gözlemi, bu hastalığa yakalanan insanların neredeyse hepsinin aşırı canayakın insanlar olması yönünde. Makaleye göre ALS hastalığı için uygulanan bir klinik testte, testi uygulayan teknik ekip hiçbir bilimsel teknik uygulamadan, tamamen gözlemlerine dayalı olarak kimin hasta olup olmadığı konusunda her seferinde haklı çıkmışlardır. Bu teknisyenlerin örnek yorumları şu şekilde olabiliyor: “Bu hasta ALS olamaz, yeterince tatlı biri değildi”. Yale Üniversitesinde yapılan başka bir araştırma raporunda ALS hastalarının ömür boyu sürdürdüğü ayırt edici iki davranış kalıbından bahsediliyor: “Son derece yetkin davranış -yani, yardım isteyememek veya alamamak ve olumsuz olarak nitelendirilen duyguların kronik olarak dışlanması.” Bu rapora göre “korku, kaygı ve üzüntü sürekli inkar edilmekte, bastırılmakta ve soyutlanmaktadır... Çoğu hasta neşeli olmayı bir gereklilik gibi görmektedir... Bazıları kötüleştiğini arada bir ağzından kaçırıyor, fakat bunu da sevimli bir şekilde gülümseyerek yapıyordu.” Gabor Mate’nin belirttiği üzere bu hastaların yaşam öyküleri istisnasız bir biçimde çocuklukta duygusal yoksunluk veya kayıptan bahsetmektedir. Çocukluğun ilk yıllarında ortaya çıkan bir başa çıkma yöntemi olan her şeyi her zaman kendi başına, yardım almadan yapmak ve acının inkarı gibi özellikler kişiyi kendi duygusal ihtiyaçlarını bastırma konusunda bir uzman haline getirebiliyor. ALS hastalarında gözlemlenen bu aşırı iyilik, kendi isteklerini ortaya koyma iradesinin kuvvetli bir şekilde bastırılmasıyla sağlıklı ölçülerin ötesine geçmektedir. Gabor Mate’nin görüştüğü hastalarından birinin hastalıktan sonra kazandığı bir farkındalık var: “Hemen hemen bütün başarılarım şu ya da bu şekilde benim beklentilerime değil, babamın beklentilerine cevap veriyordu.” Gabor Mate bu noktada sınırlar konusuna dikkat çekiyor: “Sınırlarımızı savunmak için kendimizi ortaya koymak, gerektiğinde saldırgan da gözükebilir ve gözükmelidir... Ben çocuklarımın bana öfke duymasından endişelenmiyorum, yeterince öfke duymamasından endişe duyuyorum.” ALS hastalarından birisi de ünlü fizikçi, astronom ve yazar Stephen Hawking. Yazarın biyografisini hazırlayan yazarların ağzından Stephen’ın çocukluk ve gençlik döneminde Hawkingler “herhangi bir duygu veya takdir ifadesini zayıflık alameti, kontrol eksikliği veya kendi önemlerinin reddi olarak addediyordu... Tuhaftır ki, herhangi bir sıcaklığı dışa vurmaktan utanıyor gibi görünüyorlardı.

Zihin-beden perspektifi acı veren gerçeklere tümüyle ve korkusuzca bakmaya istekli ALS hastalarına yardım edebilir. Gabor Mate’nin belirttiğine göre ALS olarak teşhis edilen semptomlar, nadiren de olsa alt edilebiliyor. Başka bir doktorun yazdığı bir kitapta geçen örnek bir vakadan bahsediliyor. Yazarın diplomalı bir hemşire olan bir hastasının bu hastalıktan bedeninin bütün yönlerine saygılı davranmayı öğrenerek şifa bulduğu belirtiliyor. Hasta ölüm ile yüz yüze geldiği için kendi içinde koşulsuz sevgiyi yaşamak istediğine karar veriyor ve her gün ayna önünde on beş dakika oturarak vücudunun farklı yerlerine farkındalık getirerek sevgi gösteriyor. Aynı zamanda duygularını da yazarak aktarmaya başlayan hasta, her gün bilinçli bir şekilde uyguladığı bu duygusal keşif ve sevgi egzersizleri sonucunda yavaş yavaş bedeninin her bir noktasındaki “buzları çözerek” iyileşebilmiş -ya da iyileşme sürecine destek olmuş-.

Zihin-beden perspektifi üzerinden baktığımızda bu bağlantının ön plana çıktığı bir diğer ölümcül hastalık da kanser. Belli başlı kanser türleri hastalarına baktığımız zaman kişisel geçmişleri ve karakter özellikleri bakımından oldukça dikkat çekici benzerlikler ile karşılaşıyoruz. Kitapta belirtildiğine göre araştırmalar on yıllardan beridir, ebeveynlerinden duygusal açıdan kopuk bir çocukluk geçirmiş veya yetiştirilme döneminde başka bir örselenme yaşamış kadınların; başta öfke olmak üzere duygularını bastırma eğilimi gösteren kadınların; yetişkinliklerinde kendilerini besleyen sosyal ilişkilerden yoksun olan kadınların; ve fedakar ve aşırı verici tipte kadınların meme kanserine yakalanmaya daha yatkın olduğunu öne sürmektedir. Araştırmacılar duygusal faktörlerin ve sosyal ilişkilerin hayatta kalma bakımından bizzat hastalığın seyrettiği dereceden çok daha önemli olduğu bulgusuna ulaşmıştır. Ayrıca belirtildiğine göre birçok meme kanseri vakasında stres saklı ve kroniktir. Bir diğer ölümcül kanser türü olan akciğer kanserinde de hastaların sıklıkla, duygularını “frenleme” eğilimi olduğu gözlenmiştir. Tütün içmenin akciğer hücrelerinin genetik materyali üzerinde doğrudan tahripkar bir etki yarattığı bir gerçektir. Ancak bedenin neresinde olursa olsun bu tarz genomik hasarlar nadiren tümör oluşumuna yol açar. Bunun en büyük sebebi, bu hasarların geçici nitelik taşıması, zira sağlıklı bir bireyde sürekli gerçekleşen DNA tamiri ya da hücre ölümü ile zaten bertaraf ediliyor olmasıdır. Ancak duyguların sürekli bastırılması, kişiyi kronik stres altında bırakır ve kronik stres vücutta doğal olmayan bir biyokimyasal ortam yaratır. Sürekli anormal seyreden hormon seviyeleri sağlıklı dokuları korumaya yönelik programlanmış hücre ölümüne -apoptoz- engel olabilir. Ayrıca artık görüyoruz ki depresyon, sigara ile birleştiğinde sağlıklı hücre ölümü görevini üstlenen doğal katil hücrelerin faaliyetlerinin düşmesine sebep oluyor. Kısacası, kansere sebep olmak için DNA hasarı yeterli değildir: Aynı zamanda DNA tamirinde bozukluk ve/veya programlanmış hücre ölümünde arıza meydana gelmesi de gerekir. Stres ve duyguların bastırılması bu süreçlerden her ikisini de olumsuz etkileyebilmektedir. Kanser dönüşümünün daha sonraki evreleri olan promosyon ve progresyon süreçlerinde de daha önce bahsettiğimiz PNİ süper sisteminin bir parçası olan hormonal düzenleme fonksiyonu sahneye çıkar. Stres, yapılan birçok çalışmada görüldüğü üzere, hormonal işleyişe kuvvetli bir müdahalede bulunur. Kısacası Gabor Mate’nin değişiyle “hastalık sadece dıştan gelen bir saldırının sonucu değildir; iç ortamı bozulmuş savunmasız bir konakta gerçekleşir.” Herhangi bir kişilik türünün kansere yol açtığını söylemek mümkün olmamakla birlikte, birtakım karakter özelliklerinin fizyolojik stres yaratma ihtimali daha fazla olduğundan kesinlikle riski artırmaktadır. “Bastırma, hayır diyememe ve kişinin kendi öfkesinin farkında olmaması, kişinin duygularının ifade edilmediği, ihtiyaçlarının görmezden gelindiği ve nezaketinin suistimal edildiği durumlarla karşı karşıya kalmasını çok daha muhtemel kılmaktadır.” Bu noktada cilt kanseri ile ilgili yapılan başka bir araştırmadan da bahsetmek gerekir. Görünen o ki duygularını en çok bastıran araştırma grubu cilt kanseri hastaları iken, duygularını dışa vurma konusunda en az çekingen olan grup da kalp hastaları olmuştur. Yani kalp hastalarının aşırı tepkiselliği de öyle sanıldığı gibi sağlıklı bir şey değildir. Bastırma ile aşırı reaksiyon verme arasında sağlıklı bir çizgi bulunmaktadır.

Gabor Mate’nin aşırı fedakar kişiliğiyle ön plana çıkan ve yumurtalık kanserine yakalanıp ölüme çok yaklaştıktan sonra iyileşme sürecine giren bir hastasının ağzından şunları duyuyoruz: “İstediğim her şeyi yapamazdım... Herkesin gözyaşını ben dökemezdim... Herkese yardım edemezdim, çünkü içim parçalanıyordu... Kendinize bakmanız gerektiğini anlamanız çok önemli, zira kendinize bakmadan kimseye bakamıyorsunuz.” Bir başka hastasının testis kanserine yakalandıktan sonra kendisine çıkardığı derslerden birisi de davranışlarını artık kendisini hiçe sayarak başkalarını memnun etmek üzere yönlendirmeyi reddetmesi gerektiğiydi. “Ne yaparsam yapayım, başka birini memnun etme amacı gütmüyorum artık” diyor. “Beni ne mutlu eder? Benim istediğim şey bu mu? Geçmişte tam aksini denedim ve hiç işime yaramadı.”

Tıp bilimi “idyopatik”, yani meçhul bir sebebe bağlı olan ve işlevsel bozukluk olarak adlandırılan, yani semptomların herhangi bir anatomik, patolojik veya biyokimyasal anormallikle veya enfeksiyonla açıklanabilir olmadığı birçok hastalıkla dolup taşmaktadır. Örneğin modern tıbbın benimsediği bu basite indirgeyici “sebep-sonuç” perspektifine göre sebeplerinin açıklanamadığı birçok otoimmün hastalık bulunur. Zira bir otoimmün hastalıkta, vücudun savunma mekanizmaları kendi kendine saldırır. Bu karmaşa bizim PNİ sistemi olarak daha önce bahsettiğimiz duygu-sinir-bağışıklık-hormon süper sistemi içerisinde birbirine bağlı beden/zihin mekanizmalarının parçalanışını yansıtmaktadır. Duygular PNİ ağındaki diğer bileşenlere birebir paralellik gösterip onları tamamlar: tıpkı bağışıklık ve sinir sistemleri gibi, duygular da organizmayı dış tehditlerden korur; tıpkı sinir sistemi ve hormonlar gibi, zaruri arzu ve ihtiyaçların giderilmesini sağlar ve iç ortamın bakım ve onarımına yardımcı olur.

“Duygular -korku, öfke, sevgi- organizmanın devamı için sinirsel itkiler, bağışıklık hücreleri veya hormonal aktivite kadar gereklidir.”

Milyarlarca yıldır süren evrim sürecinde gelişen duygular, hayatta kalmak ve çoğalmak için organizmanın en temel niteliklerinden biri olmuştur. Kişinin duygusal yoksunluk çekmesinin sonuçlarından birisi de sınırlar karmaşasıdır. Yani kişi kendi ve bir başkasının sınırlarının nerede başlayıp bittiğini bilemez hale gelebilir. İşte otoimmün bir hastalıkta kendisine ait olan ile olmayanın psikolojik açıdan bilinçsizce karıştırılmasını birebir yansıtan bir bağışıklık karmaşası ortaya çıkmakta ve kişinin bağışıklık hücreleri kendi sağlıklı hücrelerine sanki yabancı bir maddeymişçesine saldırır hale gelmektedir. Bu noktada sağlıklı öfkenin önemi ortaya çıkıyor. Hayvanlar alemine baktığımız zaman öfke “negatif” bir duygu değildir. Öfke, hem yabancı ve tehlikeli olana dair bir tanımayı hem de ona karşı verilen bir tepkiyi temsil etmektedir. Sınırlarımız ihlal edildiği zaman sağlıklı bir öfke dışavurumu ile daha vahim bir sonuç bertaraf edilebilir. Bağışıklık sisteminin en başlıca ödevi de kendisine ait olanı, olmayandan ayırmaktır. Kendimize ait olanı olmayandan ayırt etme yönündeki psikolojik kapasitemiz sakatlandığında, bu sakatlık fizyolojimize yayılma eğilimi gösterir. Bastırılmış öfke, bozuk bağışıklığa yol açar. Öfke konusuna bu yazı serisinin sonuncusunda tekrar değineceğim.

Kitapta bir başka hekim olan Doktor Neol Hershfield’in sözlerine yer verilmiş: “Belki de meslektaşlarımıza ve çalışma arkadaşlarımıza hastalığın psikososyal yönlerine, iyileşmenin psikodinamiklerine ve biyokimyasına ilişkin bilgiler verilmeli ve insanoğlunun bütün hastalıklarının sadece hastalığı teyit eden fakat iyileştirmeyen yeni bir endoskopi, yeni bir biyopsi ve yeni bir ‘teknolojik’ uygulama ile çözülemeyeceği anlatılmalıdır.” Gabor Mate’nin ağır bir idyopatik hastalık olan iltihabi bağırsak hastalığına yakalanmış bir hastası, gevşeme teknikleri hakkında çalışmalara katılarak bizim mindfulness dünyasında “beden taraması” olarak adlandırdığımız çalışmayı düzenli olarak uygulamaya başlamış. Görünen o ki hayatındaki dış kaynaklı stresleri de en aza indirmek konusunda kararlı olan bu hastanın ilaç tedavisi oldukça kısa sürmüş. Gabor Mate bu noktada şunları söylüyor: “İltihabi bağırsak hastalığının tedavisinin yere uzanıp ayak parmaklarını gevşetmek olduğunu iddia etmiyorum. Fakat arkadaşımın deneyimindeki önemli nokta, sorumluluğu üstlenmek konusunda derhal karar almış olmasıydı... Bu hastalığın nihai çözümünü en son teknolojiler veya mucizevi ilaçlar değil, hastanın iyileşme kapasitesinin teşvik edilmesi sağlayabilir.” Ayrıca benzer bir hastalık olan irritabl bağırsak sendromu üzerinde yapılan bir araştırmada en ufak bir psikolojik müdahalenin bile fayda sağlayabildiği cesaretlendirici sonuçlar alınmış: “bilişsel davranışçı terapi” uygulanan bir grup hastanın şikayetlerinin kontrol grubuna göre çok daha fazla azaldığı gözlenmiş. Gabor Mate, sınırlar konusunda sıkıntı yaşayan ve uyuşturucu bağımlısı kocasının sürekli istismarına maruz kalan bir hastasının, kocasından ayrılıp başka bir şehire yerleşmesinden sonra artık hiçbir bağırsak ağrısı çekmediğini belirtiyor.

Kitapta sıkça vurgulanan temalardan biri ölümcül hastalığa yakalanmış hastaların çoğunda tekrar eden duygusal yetersizlik ve buna zemin hazırlamış olan duygusal açıdan yetersiz bir ebeveyn çocuk ilişkisi. Ancak Gabor Mate aynı sıklıkla şu noktayı da vurguluyor: bunların hiçbirisi ebeveynlerin suçlanması için değil. Mesele kimsenin suçlanması değil, asıl mesele sorumluluk almak ile ilgili. Ebeveyn sevgisi sonsuzdur ve çok pratik bir sebepten kaynaklanır: küçük çocuğa özverili biçimde beslenip bakılması, memeli beyninin bağlanma aygıtına gömülü durumdadır. “Bir ebeveynin sevme hisleri kısıtlanıyorsa, bunun tek sebebi o ebeveynin bizzat kendisinin derin bir incinme yaşıyor olmasıdır.” Ebeveynler çocuklarının yaşadığı ızdırabı göremiyorlar, çünkü kendi ızdıraplarına da körler. Bu bağlamda baktığımız zaman ebeveynlik bir “nesiller dansıdır”. Bir nesli etkilemiş ancak tam anlamıyla çözülmemiş her şey bir sonraki nesle geçecektir. İnsan aile tarihinin nesiller boyu geriye uzandığını anladığında suçlama anlamsız hale gelir. Önemli bir nokta daha var: “Şayet bireyler, nesiller boyu süregelen bir aile sisteminin parçası ise, aileler ve bireyler aynı zamanda daha geniş bir bütünün de parçasıdır: içinde yaşadıkları kültürün ve toplumun.” Bu nokta özellikle Türkiye gibi bir coğrafyada yaşayan bizler için hele ki böyle bir zamanda çok önem kazanıyor. Aile üyelerini olduğu gibi yaşadığımız toplumun diğer üyelerini de suçlamayı bırakmak, bizi gereğince sorumluluk almak yönünde özgür kılar. Bir diğer nokta da bizim karakterimizin rahatsız edici değişmez özellikleri olarak gördüğümüz şeylerin, ailemiz ve toplum içerisinde bir savunma mekanizması olarak şekillenmiş alışkanlıklar olabilmesi. Kendimizi özbenliğimizin değişmez parçalarıymış gibi bu zararlı davranış biçimleri ile tanımlamak ve bunlardan dolayı ailemizi ya da içinde bulunduğumuz toplumu suçlamak yerine, bu alışkanlıkların değişebileceğini görüp üzerinde çalışma konusunda sorumluluk almak, yapılacak en sağlıklı tercih olacaktır. Bu konunun da detaylıca dahil olduğu iyileşme süreçlerini serinin üçüncü ve son yazısına bıraktım.

Etiket ile ara
bottom of page